Alma’nın çıkıp çıkmadığını tam bilemediğim için hemşireyi şaşırtma pahasına da olsa biraz daha oyalandım. Sonra biraz daha vakit geçirmek için hemşireyi daha da hayrete düşürdü:
– Teşekkürler, sözünü heceleyerek -Niçin teşekkür ettiğimi kendim de bilmiyorum.
– Zorla söyledim ve dönüp odadan çıktım. Aşağı indim. Bir de baktım ki saçını omuzlarına düşürmüş, gözlük takmış Alma, dışarı çıkmağa cesaret edemediği için merdivenin köşesinde bekliyor. Alma’nın kolunu tuttuğum gibi kendimden emin ve kararlı bir şekilde kapıya yöneldim. Ardımızdan, – Bu içeri yalnız girmemiş miydi, kız arkadaşı nereden girdi, sözünü ikimiz de işittik.
Dışarı çıkınca ağustos gecesinin yeli nefeslerimizi açtı, bizi tenhaya çağırırcasına sevindirir gibi duygularımızı kanatlandırdı âdeta. Göz ucuyla gizlice Alma’ya baktım.
İncecik bedenine açık mavi entari, ne kadar da yaraşmıştı. Yüzünü gözünü kapatan kapkara saçları ile gözlüğü, henüz tam kadınsı biçim almamış güzel görünüşüne esrarengiz bir hava veriyordu.
– Entarin tam geldi mi, dedim tam geldiğini göre göre. Alma, yüzüne dökülen saçlarını başını sallayarak geri attı ve çocuk övünmesine benzeyen bir tavırla bana bakarak gülümsedi. Sonra eğilerek ayağının ucuna baktı:
– Çok sıkıyor, dedi.
– Otuz altı numara, diyerek kendimi müdafaa ettim.
Troleybüse bindik. Tanış birilerinin gözüne ilişmemek için Alma’ya dönerek ayakta durdum.
– Akrabalarından biri görürse rezil oluruz, dedim kulağına fısıldayarak. Aslında sadece onun akrabalarının değil başkalarının da görmesini istemiyordum.
– Peki, dedi Alma, fakat suratından bu meseleye pek de ehemmiyet vermediği anlaşılıyor. Hatta bunda rezil olacak hiçbir şey görmediği de seziliyor.
Parka gelince indik. Ben karanlık köşelerden yürümek taraftarıydım; Alma, açık meydandan geçmeyi tercih etti.
Yolun iki yanındaki kırmızı güller, akşamın ışıklarında parlıyor, titriyor. Açık hava sahnesinden orkestranın gürültülü sesi geliyor. Alma, neşelenmeğe başladı. Elimi yumuşacık avuçlarıyla iyice sıktı. Sinemanın yanından geçerken, – Sinemaya girelim, dedi durarak.
Yüreğim hopladı. Lakin Alma’ya korktuğumu belli etmek istemedim.
– İstiyorsan girelim, dedim şaşkın şaşkın etrafıma bakarak.
Bilet alırken de, içeri girerken de, salona girip oturduktan sonra da acaba birileri gördü mü şüphe ve korkusuyla hep etrafı kolaçan ettim.
Nihayet film başladı. Defalarca gösterilmiş, çok sıkıcı eski bir filimmiş. Seyirci de azdı zaten. Filme hiç bakmadım desem yalan olmaz. Yarı aydınlık perdeye pürdikkat bakarak kımıldamadan oturan Alma’dan gözümü alamadım.
Gözlerine baktıkça Alma’nın hayalimdeki bütün güzellerden daha güzel olduğunu anladım.
İfadesi mümkün olmayan, en esrarlı, en bilinmez şey güzelliğin insanda bıraktığı tesirdir. Bütün fikriyatımızı, insandaki ruh güzelliğini, beden güzelliğinden üstün olduğu esası üzerine kurmuş olmamıza rağmen, hayatta beden güzelliği ile yüz yüze geldiğimiz zaman bu kaideye nasıl muhalif hareket ettiğimizi kendimiz de anlamayız. Pek zeki olmasalar bile güzel kadınlarla kendi ihtiyarımızla evlenmeğe her zaman hazırız; zeki fakat çirkin kadınlardan daima uzak dururuz. İrademizi vahşi sevkıtabii gibi çılgınca bir güç teslim alır. En zayıf yerinden kıskıvrak yakalanan bir ava benziyoruz biz. Demek ki, güzelliğin henüz keşfedilmemiş yahut bildiğimiz hâlde söylemek istemediğimiz esrarı çok…
Alma’nın dizinin üstünde duran sol elini tuttum. Çekindiğim için avucum terledi. Alma, gülümseyerek yumuşacık, kupkuru avucuyla elimi sıktı; sonra hayret edilecek bir şey varmış gibi iri gözlerini açarak şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
Sinemadan çıktık. Alma’nın keyfi yerinde, konuşmağa başladı.
– Filmlerde niçin hep güzel kadınların oynadığını anlamıyorum, dedi ellerini açarak. Güzel olmayan kadınlar insanlara örnek olamaz mı? Onların da iyi tarafları yok mu?
– İyiliğin temeli güzelliktir; çünkü hayat vücutla başlar. Güzel insanların akılsız ve kötü olmaları yani nispetsizlik, hayatın karmaşıklığı ve zorluğundan dolayı ilk muvazenenin sık sık bozulmasındandır.
– Dondurma yemek istiyorum, dedi sözümün sonunu beklemeden.
Dondurma bulamadık. Loş bir yere konmuş arkalıksız bir oturağa oturduk.
– Bana çiçek koparıp verir misin, dedi aniden yüzüme dik dik bakarak.
Bu mantıksız isteği nasıl anlamak gerektiğini bilmediğim için bir an durakladım.
– Tamam, dedim sonra ve korkmama rağmen yerimden kalktım, çiçeklerin olduğu yere doğru yürüdüm. Bu büyük bir hata idi. Yaprakları el gibi açılmış iki çiçeği koparıp kenara çıkmıştım ki,
– Beri, buraya gelin, diyen, parmağına küçük bir çanta takmış, kepçe kulak polisi gördüm.
Mahcup ve şaşkın bir vaziyette Alma’nın oturduğu tarafa baktım.
– Buraya dedim size! Yoksa başka birisi de mi var?
– Hayır, hayır, dedim korkuyla.
– Karakola!
– Neden gördüğünüz hâlde düdük çalmadınız, dedim öfkeyle. Mahsus çiçeği koparmamı beklediniz. Zira birilerini yakalamanız lazım…
Polis bir an şaşırdı, cevap veremedi. Sonra her hâlde şaklabanlık yaptığımı düşünmüş olmalı ki, yenimden tutarak sarstı ve çenesiyle karakolun olduğu tarafı gösterdi. Karakola girince biraz kendime geldim. “En fazla para cezası ödeyerek kurtulurum.” dedim içimden, hukuk dersinden bildiğim bazı kanunları hatırlayarak.
– Kimliğiniz, dedi telefonun başında oturan yaşlıca olanı beni gördüğüne sevinmiş gibi neşeli bir sesle.
Bu sırada içeri Alma girdi. Ben, enfarktüs olmak üzereydim. “Her şey bitti.” dedim içimden, bütün ümidimi yitirmiş vaziyette. Hekimlik sıfatımla hiç bağdaşmayan bu gayrikanunî hâlimle bütün hastaneye, hekimlere, kızın ana babasına hatta bütün şehir halkına rezil oluşum gözümün önüne geldi bir lahza.
Ancak, Alma’nın gelişi her şeyi tamamen değiştirdi. Alma’nın güzelliği, odada oturanlara hepsine afyon yutmuş gibi tesir etti. Telefonun başında oturan yaşlıca polisin de, beni buraya getiren kepçe kulağın da, sivil giyinişli delikanlının da soğuk yüzleri ısınıverdi; hepsi birdenbire bizim gibi etten kemikten yaratılmış sıradan insanlar oluverdiler. Hepsinin gözlerinden, “Buyurun oturun, sizi dinliyoruz, her türlü yardıma hazırız.” ifadesi okunuyordu.
Alma, üstünlüğünün farkında olan tecrübeli hanımefendiler gibi gülen gözlerle etrafını süzdü, sonra yanıma geldi, saçımı okşayarak, – Suç bende, dedi polislere. Çiçek koparıp ver diyerek mahsus ben gönderdim onu…
– Neden, dedi kepçe kulak sert bir şekilde, fakat gülümseyerek şaka yaptığını da belirtmiş oldu.
– Mahsus, dedi Alma tekrar. Mahsus, beni seviyor mu diye…
Elektrik