Talih, hayatta çok seyrek rastlanan bir şeydir. O da herkese nasip olmaz, ancak en büyük bir talihten sonra gelecek bütün talihsizliklere dayanılabilir. Zorluğu, sıkıntıyı bertaraf etmenin en büyük yolu tahammüldür. Tahammül etmesini bilirsen bütün dertlerin, sıkıntıların gözü yılar. Mesela, birisi boynuna on kilo taş bağlasa, yirmi kilo taş bağlamadığına şükrederek bu hâlini mutluluğa çevirmek mümkün müdür? Elbette mümkündür. Demek ki her türlü zor durumdan bu yolla kurtulmak mümkündür. Bunu için yalnızca yaşamak lazım, dirlik düzenlik lazım… El dediğimiz nedir ki? El, hiçbir şey değildir aslında…
Doğru, her şey insan eliyle yapılıyor… Fakat zulüm de, kötülük de insan eliyle yapılmıyor mu? Kötülük eden eli hemen kesip atmak lazım… Hemen… Kesip atmak lazım… Hemen…
Sabah erken uyandım. Dünkü vakayı ve akşamki düşünceleri hatırlayınca uykum açılıverdi. Alelacele kahvaltı ederek hastaneye geldim. Bekçi henüz uyanmamıştır düşüncesiyle kapıyı vurmağa çekindim, fakat kapı açıkmış. Kapının önünde bir araba duruyor. İçeri girip ikinci kata çıkınca işe benden de önce gelmiş olanların gürültüsünü işittim. Dolaptan önlüğümü alıp giydim. Bir yerlerden başhekimin çatallaşmış sesi geliyor. Bu niye erken geldi acaba? İrkildim. Yok, hiçbir şey yok. Viziteye değin dolaşmak asla âdeti değildir… O vakte kadar her şeyi ayarlarım… Perde ile bölünmüş odadan hemşire çıktı ve telefona yapıştı. Beni görünce başını eğdi.
– Oraya gittin mi, dedi telefon numarasını çevirirken.
– Nereye?
Hemşire hayretle suratıma baktı ve ahizeyi koyarak, – O kız öldü, dedi alçak sesle.
Yüreğim ağzıma tıkıldı. Nefesim daraldı, yakamı açtım. Bu sözü işittiğim anda gönlümün derinliklerinde bu kötü haberi bekliyormuşum, böyle olacağını hissetmişim gibi bir his peyda oldu. “Biliyordum, böyle olacağını biliyordum… Hissetmiştim…” “Sonunda kendini (aman ya Rabbi) öldüreceğine (uyuşan şakağımı tuttum) garanti veririm…” (Ben öldürdüm onu… Ben…) Odaya nasıl girdiğimi hatırlamıyorum. Üç dört doktor vardı içeride.
Döşekte sırtüstü yatan Alma’yı gördüm. Dili dışarıda, gözleri belermiş. Çok acı çektiği yüzünden belli oluyor.
Yanına geldim, bileğini tuttum. Çoktan soğumuş. Boynunda gövermiş parmak izi var. Sağ eli göğsünün üstünde. Öldükten sonra boğazından ayırmış olmalılar.
“Garanti veriyorum… Garanti veriyorum… Sonunda kendini öldüreceğine…”
“Söylemedim mi?” diyor biri içimden. “Dediğim gibi olmadı mı?” Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Aptallaşmış bir hâlde, – Tamam, artık morga götürmek lazım, dedim seslice, ne söylediğimi kemdim de bilmeyerek.
Akşamleyin cesedi ana babası alıp götürdü. Ertesi gün defin merasimine katıldım…
Hikâyesini bitirdikten sonra bir sigara yaktı.
– Bira için, dedim uzun bir sessizlikten sonra. Başka bir konu açarak lafı değiştirmek istedim, fakat havanın sıcaklığından da, gazete sayfalarındaki siyasi haberlerden de, karşı tarafta oturan kızların güzelliklerinden de bir şey çıkaramadık.
– Bira bayatmış, dedim düşen etiketin yazısına bakarak.
O, sesini çıkarmadı.
Açık hava kafesinin içi bira içmek isteyenlerle doldu.
– İzninizle, dedi garson kız, kaşık, bıçak ve çatalları masanın üstüne koyarken. Sonra da biraları açtı.
Bıçak tutan sağ elime korkuyla baktım.
ERDEM CEPHESİ
“Olmak ya da olmamak!
İşte bütün mesele!
Mesele nerede yatmakta, ömür ya da ölüm”
desek bile,
Kaderin eğlencesine boyun eğmek layık mıdır?
Ya da karşı çıkarsak,
uçsuz bucaksız musibetleri,
Bertaraf etmek doğru mudur?
Can alıp, can verilen savaşta!
Sonra ebediyen göz yummak,
Karanlığa boğarak şafağı,
Bütün dünyadan vazgeçerek,
Can ile teni bunaltan
binlerce zorlukları
birbiriyle bağlayan,
zincirleri böylece,
üzdüğünü tüm kalbinle duyarak.
Sen iyiliği kötülükle yapman gerekiyor,
çünkü onu
Yapan başka hiçbir şey yoktur.
Ben bu günlüğü tanıdık bir doktordan almıştım. -Şaşılacak şey şu ki- Daha sonra ilginç bir şey oldu, meğer günlük sahibini tanıyormuşum. Ne kadar geniş olursa olsun, insanlar, dünyanın bir noktasında bir şekilde birbirleriyle buluşuyorlar.
Gençlik yıllarında hayat karmakarışık-kalabalık bir pazar yeri gibidir. Hem dost, hem arkadaş sayısı çoktur. ‘Dostun dostu bana da dosttur’ anlayışı hâkimdir. Elimdeki günlük sahibiyle hayatın oldukça kızıştığı böyle bir dönemde az çok ilişkimiz olmuştu. Yüzünü de hatırlıyorum; uzun boylu, zayıf, sarışın bir delikanlıydı. Yufka yürekliydi, kırılgandı. Kendisine bir şaka yapılmasın, hemen kıpkırmızı kesilirdi. Bu yüzden ona yabancı bir ülkenin insanı gibi dikkatli muamele eder, ihtimam gösterirdik.
Düğünde dernekte karşılaşırdık genellikle. Konuşmasından, hareketlerinden entelektüel bir ailede yetiştiği, kitabî bir terbiye aldığı hemen fark edilirdi. Yumuşak huyluluğu başkalarının hoşuna gitse bile, kendisi bu durumu bir zillet gibi algılıyordu. Onunla konuşmak için özel olarak ilgilenmezsen birisinin yanında saatlerce sessiz, sedasız oturmaya hazırdı.
Kendisiyle içtenlikle muhabbet ettiğim hiçbir anım olmadı. Uzak bir diyara gidecek gemiye binen yolcuları uğurlar gibi, aramızda sadece titrek bir samimiyet kalmıştır belki. Sonra onunla hiç görüşmedim…
Şimdi ise birkaç defterden oluşan günlüklerini okuduğumda benim bildiğim sarışın delikanlıdan tamamen farklı bir insan olduğunu anladım.
Yazdığı günlüğe bakarak hayat hikâyesini yazmak ne mümkün! Günlükte çoğunlukla düşünce ve duygularını dile getirmiş. Sadece son defterinde onun kader çizgisini belirleyen görkemli portresini seyredebiliyoruz.