Yokuşa iniş çıkışlardaki ciddi uğraşları gören şair arabacılığın nasıl zor bir iş olduğunu anlayınca onların marifetine imrendi. Düz yola çıkınca memnuniyetini gizleyemeyen Arabacı Salih şaire bakarak:
–Kardeşim, bugün bizim işlerimizi bizzat gördün değil mi, deyip gülümsedi.
–Öyle, nasıl cefa –meşakkatli olduğunu kendi gözümle gördüm, dedi şair kendi hissiyatını söyleyip, -böyle tehlikeli yolları açıp, cefa ve meşakkatlere katlanarak yürüyen atalarımıza, babalarımıza ne kadar rahmet okusak, ne kadar dua okusak azdır. Bakın, bu yokuş ne kadar dik, adamın bakınca korkası geliyor.
–Adamın korkası geliyor dediniz, aklıma bir iş geldi, dedi arabacı yeni bir söze başlayarak. –Bir sene Turfan’dan bir memuru kira ile Urumçi’ye götürdüm. Memur arabaya bir bindi bir daha inmedi. Sabahtan akşama kadar uzanıp yatıp uyudu, uykudan kalktığında iki eline iki adet demir top alıp oynuyordu. Güneşten ölümden korkar gibi korkan bir kişiydi. Yokuşa gelindiğinde bu memur atların arabayı çekemediğini gördüğü halde arabadan ineyim demedi. Sonunda buna bir çare buldum: Tehlikeli, inmezsen olmaz, dedim. O çaresiz arabadan indi. “ahırda iyi beslenen mal, uzun sefere dayanamaz” denildiği gibi, memurlar da bedava yiyip içip işe karışmayanlara benziyorlar. O adam arabadan inip doğru düzgün yol yürümedi. Yorulup dili sarktı, nefesi daraldı, öksürüp her adımda oturdu. Lakin ben ne olursan ol deyip, ilgilenmedim. Yokuşun sonuna vardığımda baktım o da bir şeyler yapıyordu. Bir an durup baktım. Yaklaşmaya çalışıyordu. Arabayı sürüp yokuştan indim. Biraz sonra o yokuşun sonuna gelip, benim indiğimi görüp bir şeyler söyleyerek bağırdı durdu. Ben yine ilgilenmedim, duymazlıktan gelerek inmeye devam ettim. Arabayı yokuşun sonuna indirdiğimde baktım ki bu memur bir adım dahi atmadan yatmış. Onun tavırlarına bakarak bir taraftan öfkelendim, yine bir taraftan o yokuştan yuvarlanıp gider başıma bela olur diye endişelenip yokuşu tekrar çıktım. Tepeye çıktığımda bu memur bana sarılıp ağlamaya başladı. Onun başı dönmüş yokuştan inmeyi gözü kesmemişti. Kolumdan tut deyip onu yanıma alarak yürüdüm. O, ayağı biraz kaysa, “ah, eyvah” diye haykırıyordu. Korkacak bir şey yok diyenleri dinlemiyordu. Korkan o mahlûk yokuştan inerken altına kaçırmıştı
Arabacı Salih sözünü bitirip kahkahayla gülerken şair de aynı şekilde gülüyordu. Arabalar Davançin Köprüsünden geçip, derenin batı tarafındaki yoldan Davançin’e doğru giderken, yolun sağ tarafındaki bataklığın ortasında bir kale göründü. Salih Ağa şaire bu kaleyi gösterip:
–Bedevlet askerleri Urumçi’ye hücum ettiğinde Bedevlet’in büyük oğlu Hakkulu Bey işte bu kaledeydi, dedi.
Yüksek bir tepede dimdik duran kaleye coğrafi konum noktasından bakılınca, stratejik açıdan ne kadar önemli bir yer olduğu anlaşılıyordu. Böylesi mühim yerde Bedevlet’in güney ile kuzey ulaşım ağına sahip olup, savaşa kumandanlık etmesi akla uygundu.
–Bir işin başına bakarak sonuç çıkarmamak gerek, işin sonuna, neticesine bakmak gerek, dedi arabacı söze devam ederek. –biz arabacılar da at satın alsak baştan ayağa inceleyip alırız. Mesela bazı atları getirip arabaya koşsak, önce arabanın koşumlarını koparacak kadar güçle çeker. Fakat yolun yarısına ulaşıldığında yorulup kalır, dört ayağını nöbetle değiştirerek yürüyemeyecek hale gelir. Biz o yüzden sık sık mola veren, çabuk yorulan atları bedava verseler de almayız. Bazı atlar var ki, onları arabaya koşup sürsek, başta fazla çabalamaz, ama yürüyüş kızıştığında öyle güzel çeker ki, arabayı bataktan tıpkı çamur yolar gibi yolup çıkarır. Kardeşim, biz öyle atları ağırlığınca altın harcasak da satın alırız. O atlardan biri olsa araba hiçbir zaman yolda kalmaz.
Söz buraya geldiğinde, arabacı kamçısını öndeki üç atın sırtında gezdirirken, atlarıma bir bak der gibiydi. Onun atları gerçekten iyi cinsti. Atların hepsi güç birliği yaparak arabayı alıp götürüyordu.
Arabalar Davançin’e gelmişti.
–Sözün devamı yarın, -arabacı böyle deyip arabadan atlayıp inerek dizginleri tuttu.
Şair bu geceyi zor sabah etti. O arabacının sözlerini düşündüğünde heyecanlanıp, tıpkı yeni su içen ekin gibi serpilip, morali yerine geldi. Gece boyunca doğru dürüst uyuyamayıp hayal kurup durdu. Onun hayalleri engin denizler gibi kabarıyor, şahin gibi pervaz ederek oldukça uzak ufuklara kanat çırpıyordu. Sık sık acaba diyerek of çekiyordu. Arabacı Salih’e, onun anlattığı tarihi bilgilere, yürek ambarında sakladığı tarihi tafsilatlara şaşırıp: “böyle sağlam hafızalı, titiz insanlar da varmış ha?” otuz kırk yıllık işleri, bu diyarda kimlerin hükümranlık sürdüğünü sanki kendi ata, babasını sayar gibi tek tek saydı. Bu ne kadar güçlü bir hafıza ha? Dedi…
Ertesi sabah Davançin’den hareket edip Sayopi istikametinde yol alan arabalar karaağaçlar arasındaki sert yolda ilerlerken, şair etraftaki manzarayı ve tarlaları doymaksızın seyrederek dün geceki konuşmayı nasıl tekrar başlatacağını düşünüyordu.
Han’ın askeri çıktı, diyerek söze başladı arabacı sanki gönlünden geçeni anlamış gibi. –Ondan sonra uzun süre savaş olmadı, sakin günler geçirdik. O kaşlarını çatıp biraz bekledikten sonra devam etti. –Sakin günler geçirdik fakat bununla birlikte Kumul Beyleri çok ileri gitmeye başladı. Bilhassa Şah Maksut Beyin zamanına gelindiğinde Kumul’un ekim alanları, büyük –küçükbaş hayvanları, kömür madenleri, bağlar ve kuyuların çoğu şehir hâkimiyetine geçti. Köyde –kentte yaşayanlar onların çiftçi kullarına, dağlarda oturanlar hayvancı kullarına döndü. Şah Maksut çiftçi kölelere verilen yerin bir mo25suna bir daden26 tahıl vergisi çıkardı. Eğer buradan bir daden ürün çıkmazsa eksik kalanını çiftçiler kendi elindekinden vermeye, hayvanlar kuzulamasa, hayvancılar kendi kuzusuyla eksiği tamamlamaya mecbur kılındı. Bakın, dünyada böyle bir kanun var mı?! Söz buraya geldiğinde arabacının gök gözlerinden gazap kıvılcımları saçılıyordu. O yine devam etti: -Öldürüp sonra dövmek gibi, beyin kömür ocağında her aileden bir kişinin yiyeceğini kendisi karşılayarak ayda altı gün çalışması hakkında bir yasa çıktı.
Vatandaşın çaresi ne? Onun yap dediğini yapmamaya çare yok. Zulüm desen gittikçe ağırlaşmaktaydı, dayanacak hal kalmadı. Çiftçiler toprağımı satayım dese, yönetim ruhsat vermiyordu. Çare bulamayan çiftçiler topraklarını ucuz fiyata bey idaresine satmaya mecbur kalıyordu. Bu işler çiftçilere ölümden de ağır geliyordu.
–Elbette öyle, dedi şair onun sözünü destekleyerek, -çiftçi dediğin file benzer, omzunda en büyük yükü o taşır.
Öyle de olsa bey, patronlar insaf edelim derler mi?!
Onlar insaf etmiyordu, onlarda insaf yok, dedi arabacı. Bu sözü söylediğinde onun tel sakalları titremeye başladı. Size söylediğim bunca şeyden sonra onlar yine kanaat etmediler, çiftçilere topraksızlık vergisi diye bir iş çıkardı27. Bu iş sebebiyle Kumul’da Topraklar Ayaklanması denilen isyan patlak verdi. Bu isyanı duydunuz mu? Siz o zamanlarda küçük olmalısınız. Kaç yaşındasınız?
–Yirmi