Şimdi de çok iyisiniz. “Senin gençliğinden çizmemin topuğu iyidir” dermişçesine, dağ içini yine siz canlandırdınız.
Arabacı başka laf etmedi. Onun karşılık vermeden sessizce oturmasına bakılırsa, kendisine yapılan methiyeyi fazla beğenmediği anlaşılıyordu. Şair yeni açılan sohbet perdesinin kapanıp kalmasından endişelenerek, yine söze başladı:
–Hangi yaşlardasınız?
–Altmışa yaklaştım, dedi arabacı biraz durup. O sanki bir şeyleri hatırlamaya çalışırcasına bir lahza sessiz kaldı. Arkasından şairin gözlerine samimiyetle bakarak, -Kardeşim, ben Yakub Bey’in tahttan indirildiği vakitlerde dokuz on yaşlarında idim. O zamanlar biz Kumul’daydık. Anam babam da vardı. İçeriden Zo Zuntan, Lyu Cintan denenlerin asker topladığını çok iyi hatırlıyorum, şimdiki gibi gözümde canlanıyor.
–Bu söze göre aslen Kumullusunuz değil mi?
–Turfan’da Kumullu Salih denilince beni tanımayan yoktur.
–Yusuf Ahmet’in şarkısını söylemenizden yola çıkarak ben de sizi Kumul’dan olsa gerek diye düşündüm. Düşündüğüm gibi çıktı, dedi şair samimiyetle gülümseyip. –Bu taraflara ne zaman geldiniz, şimdi nerede yaşıyorsunuz?
–Koşkariz’de, dedi o, gülümseyerek. Sonra söylesem mi söylemesem mi der gibi sözünü devam ettirdi. –Bu taraflara gelişim uzun hikâye!
–Söyleyin lütfen, bu uzun yolları konuşarak tüketmezsek, nasıl tüketiriz, dedi şair rica edercesine.
–Bu söylediğiniz de doğru, dedi o ve nedense yola, yüksek dağlara bakıp devam etti, -Benim eski meseleleri kolayca söyleyememek gibi kötü bir huyum var. Neden derseniz, geçmiş olaylardan bahsettiğimde eski yaralarım açılmış gibi üzülüyorum. Bunu bir kenara bırakıp eski işleri kolaylıkla söyleyemiyorum, hayal dahi edemiyorum. Gömülen şeyler gömüldüğü yerde aynen kalsınlar diyesim geliyor. Yeter eski meseleleri tekrar dillendirmeyelim. O işleri tekrar açıp söyleyerek yüreğimizi yakmanın faydası ne?
–Yüreğinizi yakan işleri bizim gibi gençlere devredin, biz taşıyalım, dedi şair samimi konuşarak, söylemezseniz, bir hayat hikâyesini yanınızda götürmüş olmaz mısınız? Böyle olunca biz eski zamanlardaki olayları nasıl öğreneceğiz? Geçmişi bilen kimse kalmazsa, tarih bağları kopar. Sizin başınızdan çok işler geçmiştir, sizin gibi insanları canlı tarih, canlı kitap, canlı şahit diye görüyoruz. Anlatın, esirgemeyin!…
Salih Ağa sanki konuşası gelmiyormuş gibi ağzındaki tütünü ezerek elindeki kamçıyı sallayıp sağ taraftaki atın sağrısına hafifçe değdirdi. Sonra aniden dönüp şaire bakarak söze başladı:
–Ben bu meseleleri yıllardır içime atıp kimseye anlatmadım, dedi of çekerek. Anlatmak istesem de kime anlatacaktım? Mollalara söylesen onlar işe yaramaz, namussuzlar hazır ekmek, bedava pide bulsa yiyip yatıyor. “Suyu siner yere serp” diye bir söz var. Bu sözleri de çalışkan, kadir kıymet bilen insanlara söylemek gerek. Öyle olmazsa söylemenin ne faydası var? Bugün siz talep ediyorsunuz, bakıyorum bununla ilgili görünüyorsunuz, tamam anlatayım.
Arabacı atlara, yola bir kez göz atıp söze devam etti, şair ona yaklaşıp can kulağıyla dinlemeye başladı.
–Zo Zuntan ortaya çıktığında aklım başımdaydı. Onların nasıl çıktığını oldukça net hatırlıyorum. Küçük yaşlarda olan şeyler insanın aklında taşa kazınmış gibi duruyor. Onlar çıkıp aradan yirmi yıl kadar zaman geçtikten sonra, Kumul’da Topraklar Ayaklanması oldu. O zamanlar ben otuz dört otuz beş yaşlarında idim. Aradan dört beş yıl geçince Timur Halife Ayaklanması oldu. Tam yiğitlik çağlarım idi, at binmeye çok hevesliydim. Sonunda atlanıp Halife ile birlikte Urumçi’ye kadar geldim. O zamanlarda biz şarkı söyleyip bu dağları titretiyorduk. Bu işleri ipinden iğnesine kadar bilirim. O yıllarda İli cyancünüyle Yüen Dahua arasında olan şeyleri de bilirim. Bu işleri ne kadar zamandır içimde sakladım. İnsanoğlu bildiği bir şeyi başka birisine söylemese içi daralıyor. Söyleyeyim desen kadrini bilecek adam yok.
–Zo Zuntan’ın ortaya çıkması tarihte büyük bir olay. Bunu biz tarihlerden öğrendik. Ama onun nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz, siz bütün bildiklerinizi anlatın, -diye rica etti şair.
–Zo Zuntan denilen hile hurda yapmakta usta, güngörmüş bir cyancündü. “Savaşın onda biri cenk dokuzu reng” denildiği gibi, Zo Zuntan her on askere bir bayrak açtırdı. Askerler piyade olarak yürüdüler. Kaç gün kaç gece ayağı kesilmedi. Nereye bakılsa bayrak. Bunu uzak tepelerden gören Bedevlet’in istihbaratçıları içeriden gelen askerin haddi hesabı olmadığını düşünüyordu. Bununla birlikte Bedevlet’in adamlarından biri savaşalım derken diğeri savaşmayalım diyor, birlik olamıyorlardı. Sonunda viran oldular. Sonra biri Bedevlet’i zehirleyerek öldürdü. Onun Hakkulu Bey, Beykulu Bey denen oğulları şahlık mücadelesine girip birbirlerini öldürüp, tüketti… İşler işte böyle oldu…
Söz buraya geldiğinde Arabacı Salih kendi kendine gülümsedi.
–Siz gerçekten tarihçiymişsiniz, dedi şair onun konuşmayı kesmesinden endişelenerek, -tarihi olayları detaylarıyla gören, etraflı sonuç çıkaran sizin gibi insanlar az çıkıyor.
–Kardeşim, ben mektep yüzü görmemiş, okuma yazmayı bilmeyen bir insanım, dedi Arabacı Salih sözünü devam ettirerek, mamafih bir işin arkasına önüne, sağına soluna eşit bakmak gibi kötü bir huyum var.
–Ona kötü huy demeyiz. Yemek tabağını bilip başka şeyleri bilmemeye kötü mizaç deriz. Bence sizin gibi bir işi etraflıca değerlendiren insan az bulunuyor. Hadi devam edin, dedi samimiyetle rica eden şair.
–Zo Zuntan yaşlı bir cyancündü, Lyu Cintan denilen cyancün gelip Urumçi’de vali oldu. O adam birkaç yıl ülkeyi idare ettikten sonra onun yerine Ru Yinçi denilen adam vali oldu. O hayli uzun zaman ülke yönetiminde bulundu. Benim hesabıma göre on üç on dört yıl yönetmiştir. Sonra onun yerine Lyen Kuy denilen geldi. İşte bu sıralarda sık sık bir ikisi gidip geldi. Biz onların adlarını öğrenemeden Yüen Dahua denilen biri vali olup ülkeyi yönetmeye başladı. Timur Halife Ayaklanmasının olduğu günlerde Yüen Dahua Urumçi’deki işleri şimdiki Yan cyancüne devredip kendisi merkeze gitti. Yan cyancün denilen çok yaman bir tilki. Ülke yönetimine geçeli şimdi on beş on altı yıl oldu. Bana göre ne kadar yaman bir tilki olsa da er ya da geç kuyruğunu kaptıracak.
Söz buraya geldiğinde arabacı aniden ciddileşerek arabayı durdurup şaire bakarak:
–Yokuşa geldik, diye hatırlattı.
Arabalar tek tek durduktan sonra arabacılar yere indi. Bazıları yağ şişesini alıp tekerlek yağlamaya girişti, bazıları ıslık çalarak atları suladı.
Atlar iyice dinlendikten sonra yine hareket etti. Aralıkta elli metre yürüdükten sonra, yol birdenbire sola dönüp boğaza sarıldı.
Davançin boğazı eski araba yolunda, Doğu Türkistan’ın güneyi boyunca hem yüksek hem de tehlikeli bir boğaz olarak biliniyordu. Boğazın güney yüzü kum çakıl karışık yumuşak toprak olup, uzunluğu bir kilometre, eğimi kırk elli dereceydi. Ağır yüklerle dolu olan arabaları bu yokuştan çıkarmak için bir arabaya yine başka bir arabanın atlarını koşup, yani arabanın önündeki üç ata yine üç at daha ekleyerek toplam yedi24 at gücüyle çekip çıkarılıyordu. Eğer bu da yetmezse yine üç at daha koşup on at gücüyle çıkarılıyordu. Arabacılar atların iki tarafına geçip onlara baskı yapıp, haydi diyerek