–Söyle bakalım! –Şair Niyazi’nin fikrini öğrenmeye hazır olduğunu bildirip sual nazarıyla baktı.
–Ben çoğu zaman ümitsizliğe kapılıyorum, diye söze başladı Niyazi açık yüreklilikle, -Yazdıklarım işe yaramaz şeylermiş gibi geliyor. Yazdıklarımı çoğu zaman yırtıp atıyorum. Bazı günlerde ümitsizliğe kapılıp yazmayı bırakayım diye düşünüyorum. Bende bazen işte böyle bir çeşit kötü hal peyda oluyor.
–Bu doğru değil, dedi şair ciddiyetle, -Himmetli, gayretli olun, hayata rağmen ümit var olun. Hiçbir zaman yılmayın, çalışıp, öğrenip şair olun. Biz ikimiz yine yetersiz kalırız. Yurdumuzdan daha fazla şairler, edipler yetişmesi lazım. Bizde bir şairin veya bir edibin yetişmesi, bir namussuzun eksilmesiyle eştir. Bunu bilmeniz gerek.
Şairin kıymetli fikirlerinden derin tesirler alan Niyazi, yine şiirin birçok ince taraflarından sual sorup, anlayamadığı meselelere cevap aldı. Şair onun her bir sorusuna tatmin edici cevaplar verdi. En sonunda Niyazi teşekkür edip ayrılmak istediğinde şair onu kapı önüne kadar uğurladı.
–Durun, size bir şey hediye edeyim, dedi şair giden misafiri durdurarak. Niyazi şaşırıp kaldı. Şair aşağıdaki gazeli okudu:
Ey Niyazi, gayretinden öl lakin ayrılma,
Hak bildiğin yolundan canını ver kayrılma20
Engelin çok olsa da ileri yürü korkma
Dağ, taş, derya, denizlere sen şaşırma.
Abdülhaluk’un sözünü itibarsız sanma
Sonra bu vicdanını bitmez azaba salma…
Sınıfta Ayimhan hesaba katılmazsa on üç çocuk okuyordu. Üçü kız, kalanlar erkek idi. Erkeklerin en büyüğü on iki, kızlarınsa on yaşında olup, onlar Ayimhan’ı çevreleyip erkeklerden ayrı oturuyordu. Bunlardan yalnız Ayimhan’la güzel yazı alıştırması yapıyordu. Çünkü o Kur’an okumayı bildiği için, yazı yazmayı kolayca öğrenmiş, güzel yazı çalışma aşamasına gelmişti. Kalan çocukların durumuna bakıp a, b, c diye üç gruba ayırıp ders veriliyordu.
Ulaşmak istediği amacın birinci aşamasına adım atan Abdülhaluk Uygur kendi çalışmasından oldukça memnundu. Yoruldum –usandım demeden, ateş gibi coşkuyla ders anlatıyordu. Tahtanın yarısına harf, yarısına kelime, cümle yazıp, ayrı ayrı öğretiyordu. Çocukları, anlatılan dersleri defterlerine yazmaya çalışmaları için yerleştirdi. Çalışma başladığında ilgisini artırıp, çocuklara yazı yazarken nasıl oturmak, kalemi nasıl tutmak gerektiğini, kalemi diline değdirmemelerini ve daha başka şeyler hakkında durmadan konuşup talimat verdi. Kalemin ucunu kıranların kalemini açıp verdi. Ayimhan’ın çalıştığı kamış kalemi de hazırlayıp verdi… Öğrenci gerçi az olsa da, iş çoktu. Bir sınıfta üç dört dereceye ayrılan öğrencileri okutan öğretmenlerin karşılaştığı güçlükler şairi hayli terletiyordu. Tahtaya bir sürü yazı yazıp sildiği için elleri tebeşir tozlarıyla tıpkı un torbasına vurmuş gibi oldu.
Ancak o memnundu. Şairin çektiği cefaları, sınıfın içinde kızıl güller gibi oturan çocuklar ve onların okumayı dört gözle bekleyen kara gözleri, öğretmenlerine minnettarlıkla bakışları unutturuyordu. Şair her bir çocuğun minnettarlıkla parlayan kapkara gözleriyle karşılaştığında, yorgunluğu toz gibi uçup, onun yerine yeni bir kan, yeni bir güç kuvvet peyda olduğunu hissediyordu. İşte Ayimhan kamış kalemi gıcırdatarak güzel yazı çalışmakta. Onun bütün vücuduyla çalışmaya daldığı vakitlerdeki oturuşu ne kadar güzel, onun kaştaşı21 gibi parlak, güzel eliyle yazılıp çıkan yazılar ne kadar da güzel! Bu yazılar günden güne durmadan değişerek olgunlaşan ekinler gibi güzel bir görünüm kazanmakta. Bu elbette öğretmenin emeğinin bir neticesi, öğretmeni memnun eden, her türlü cefa ve meşakkatlerini unutturan manevi güç.
İşte yuvarlak yüzlü, ahu gözlü Siraceddin, onun gözlerinden idrak kıvılcımları sıçrayıp duruyordu. Onun derse kulak verip öğretmene dikkatle bakarak oturması ne kadar güzel. Bu gönlü hoş eden sihirli bir görünüş değil mi?
İşte sevimli, süt gibi ak yüzlü Buviheliçe. Onun kısa örülmüş siyah sümbül saçları, alnını kapatıp karakaşlarıyla kavuşan perçemleri… O, dalmış deftere sayı yazmakta. Burnunun ucundan boncuk boncuk ter dökülmekte. Bu kızın terini silmeye dahi vakti yok. Bu nasıl bir okuma arzusu! Sınıfta yine bir birinden geri kalmayan güzel çocuklar, sanki birbiriyle yarışırcasına dikkatle okumakta… Abdülhaluk Uygur çocukların okuma aşkına ve gayretlerine bakarak içten içe memnun oluyordu. Yaptığı işin doğruluğuna daha da inanıyordu. Bunu geliştirme hakkında düşünüyordu. Düşündükçe vücudu güç, kuvvet kazanıyordu…
Şairin babası Abdurahman Mehsum çıkıp geldi. O düşünceli görünüyordu. Sınıfın içinde duran şair pencereden babasını görüp karşılamaya çıkmak isterken, Mehsum dershaneye girdi. Öfkeyle konuşmaya başladı:
–Bize bir kez gün göstersen olmaz mıydı? Ne kadar büyük bir yürek sızısı bu! –Onun bir yerlerde derin bir yürek acısı çektiği yüzünden anlaşılıyordu. O bir şeylere öfkelenmiş konuşuyordu, -Bu yaşta birilerinin önünde el pençe durmak kolay iş mi? Çabuk ol, bu işleri toparla. Çocukları hemen gözden kaybet, başıma bela açmayın!..
–Ne oldu baba? Neye sitem ediyorsunuz, dedi şair babasının sözlerine şaşırarak.
–Toparla denince, toparla! Okul açacağım, çocuk okutacağım deyip başına çocuk toplayacağına tarlaya gidip çapa yapsan daha iyi. Çapa yapsan seninle hiç kimsenin ilgisi olmazdı.
Bu önemsiz iş mi, dedi şair memnuniyetsizliğini belli ederek, sekiz on çocuk gelip gidiyorsa ne olmuş?
–Sen böyle söylemekle valinin önüne dağ gibi büyüterek koyuyorsun, -Mehsum sesini biraz alçaltıp devam etti, attığın adıma dikkat edenler hayli çok olmalı. Öyle olmasa bu işi vali ne bilsin?…
–Vali duydu mu şimdi?
–Ben şimdi idareden geliyorum, dedi Mehsum tıpkı iğrenç bir yere gidip gelmiş gibi irkilip, -Evde yatarken idarenin polisi rüzgâr gibi gürleyerek gelip, beni önüne katıp sürüp götürdü. Ne bela oldu diye idareye varıncaya kadar yolda kurmadığım hayal kalmadı. Biliyorsun polis denenin kendinden fazla korkusu kötü. Beni götürüp idarenin salonuna oturttu. Bir iki saatten sonra vali gelip, beni görmesiyle tükürüklerini saçarak: Siz iyice sınırları aştınız. Yedi başınız mı var ki komutanın emrine, fermanına itaatsizlik ediyorsunuz. Duyduğuma göre oğlun Abdülhaluk mektep açmış diyorlar, hemen kapatın, yoksa baba oğul ikinizi de hapse atarım, diyerek bağırdı. Ben: “Olur, oğlum gerçekten öyle yapmışsa gidip mektebini dağıtırım” diye söz verip kurtuldum. Tamam mı, hemen bugün dağıtıp huzura kavuş!…
Abdülhaluk Uygur bu sözleri sakince dinliyor gibi görünse de, gazaptan tutuşan vücudunu kara ter basıyordu. Çocuklar sanki ürkmüş tavşan misali tir tir titriyor, sessizce oturuyorlardı. Mehsum onları kovmaya başladı:
–Gidin! Bundan sonra da gelmeyin, artık bu işi bırakıyoruz.
–Baba! –Dedi şair karşı çıkıp, bu kadar korkma, bunlardan ne kadar korkarsan tepene o kadar çıkarlar. Ben bu okulu kapatmayacağım. Bence bu büyük bir iş değil.
Buna mektep denmez, inanmazsa vali kendisi gelip incelesin. Akrabalarımızın sekiz on çocuğunun toplandığı küçücük işi okul açtı diye büyütüp bir şey derse, o zaman ben valiyle kendim konuşurum. Eğer hapse atarım derse kabul, hapiste