Gobi Çöllerinde. Sven Hedin. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Sven Hedin
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6862-86-9
Скачать книгу
sabah, Larson hepimizi saat dörtten sonra uyandırıyor. Hepimiz hemen kalkarak kahvaltıya hazırlanıyoruz. Derken çadırlar sökülüyor, toplanıyor, denkler hazırlanıyor, develere yükleniyor. Bu müddet zarfında, bir tarafa yaslanıp biraz daha istirahate imkân var.

      Fakat ben bu imkândan istifadeye lüzum görmedim. Hâlbuki Stockholm’de bulunduğum zaman ancak sabahleyin dörtte yatardım. Burada ise dörtte uyanıyorum, ne olacak… Bunların hepsi alışkanlık işi… Zaten akşamları da dokuzda uyuyorum.

      Altımızdaki yer yavaş yavaş dalgalanıyor. Fakat bu düz toprak dalgaların arasında, saban izleri de görünmüyor değil. Şurada burada gözümüze bir köy ve bunların birine yakın bir mabetle, yarım metre yüksekliğinde bir Buda heykeli ilişti. Daha sonra yuvarlak kuleli ve duvarlı bir köy var. Moğollar ona “Haço” diyorlar. İlerledik ve ancak “Bayin Bülük” yani bereketli pınar namındaki küçük köy yanında konakladık. Konakladığımız yer, güzel bir meraydı.

      Burada, deniz seviyesinden 1585 metre yüksekteyiz. Çinliler altı batından beri buraya girmekte ve Moğollar kuzeye doğru çekilmektedirler.

      25 Mayıs’ta Çinliler tarafından istila olunan medeni sahanın kuzey tarafından sonuna vardık. Bu sahanın öte tarafında, Moğolistan’ın hudutsuz arazisi uzanıyor. Larson ile maiyetindeki Moğollar bu tarafa geçmeye istekli. Biz de Çin sabanlarının izlerini geride bırakmak için derin bir arzu duyuyoruz. Çünkü bu sayede ayak girmemiş çöllere ulaşacağız ve göçebelerle ceylanların yurduna kavuşacağız.

      Nihayet Larson şapkasını başından fırlatarak bağırdı:

      “Benim yurdum burası!”

      Hakikatte Larson için vatan, burası idi. Abog Ayin-Gol namında bir su yolu yanında indik. Arkadaşların bir kısmı istirahate daldılar. Bazıları bir geyik sürüsü görerek avlanmaya çıktılar.

      Akşam yemeğine oturduğumuz zaman, develerimiz otlaklardan birer hayalet gibi döndüler. Yemekten sonra Bergman sazını alarak eskiden, Cengiz Han ile ordularının dolaşma yeri olan steplere, eski İsveç destanlarını okudu. Hummel ile Kaul, bu gece nöbet bekleyeceklerdi. İkisi de tabancalar ve bilhassa kuvvetli elektrik lambalarıyla donanmışlardı. Çinli muhafız askerlerimiz, silahlardan fazla bunlara ehemmiyet veriyor ve bunların sihir kuvvetiyle yandıklarını zannediyorlardı.

      Ertesi sabah muhafızlarımızın ücretlerini verdik ve kendilerine veda ettik. Hepsi de:

      “Hsieb, hsieb i luping an!” diyorlardı.

      Yani: “Teşekkür, teşekkür! Yolculuğumuz rahat ve selamet geçti.”

      Larson, maiyetindeki Matte Lama’yı, Naron’un kervanını gözetlemek için göndermiş fakat Matte henüz dönmemişti.

      Sabahleyin yedide hareket ettik. Yer yumuşak ve hararetliydi.

      Önümüzden iki kurt geçti. Larson hemen ateş etti. Kurtların biri düşmüştü. Adamlarımızın birkaçı koşarak onu yakalamak istediler. Kurt kendini toparlayarak kalktı ve sırıtarak homurdandı. İkinci bir kurşun onu yere sermişti.

      Kurt ile aramızda 520 metre kadar mesafe vardı. Larson’a o günden beri “Kurt Larson” demek âdet oldu.

      Kurt, Moğolistan’ın en bilinen hayvanlarından ve geyiklerin en müthiş düşmanlarındandır. Bu kurtların, insana zarar verdiği nadiren görülmüştür.

      27 Mayıs günü her zamanki gibi çadırlar sökülmüş, develerin yüklenmesine başlanmıştı. Meğer kervanbaşının atı geceleyin kaçmış. Bütün Çinli develer, atı aramaya çıkmışlardı.

      Dün, üç yüz kısraktan müteşekkil bir sürü görmüştük. Bunlar, meralarda beslendikten sonra Kalgan’da satılacaktı. Atın, bu muhteşem hareme kaçtığı zannediliyordu. Onu orada aramışlar ve bulamamışlardı. Heyder ile Hummel, vakit geçirmek için ava çıktılar. Larson bir dişi kurt, Heyder bir geyik vurmuştu. Geyik vurmadığımız gün geçmiyor ve bu sayede her gün taze et yiyorduk.

      Günümüzü kaybetmiştik. Onun için Larson tekrar ava çıkmış ve bize yabani bir hindi vurarak mutfağa teslim etmişti. Çadırlar şehri yeniden kurulmuştu.

      28 Mayıs günü karargâhımızın biraz ötesinde olan berrak sulu Huchertu-Gol Irmağı’na yakın bir yere nakle karar verdik. Burada hem sular temiz hem de küçük balıklar, kurbağalar ve sazlarla dolu idi. Mera bereketli ve sular temiz olduğu için burada uzun müddet kalabilirdik. Fakat burada uzun müddet işimiz ne? Bu sekiz numaralı konakta kalmamız için ne lüzum vardı?

      Bunun sebebi, deve satın almak zarureti idi. Bizi bu ana kadar taşıyan develer kiralık idi. Bunun için Pekin’de cereyan eden müzakerelerin neticesini beklemek icap ediyordu. Yoksa 270 deve aldıktan sonra, onları zararına satmak zarureti ile karşılaşırdım. Larson, neticeyi anlamak için dört tarafa adamlar göndermişti. Onun için burada beklemek mecburiyetindeydik.

      Norin’in kafilesi de yine burada bize katıldı. Heyetimizin diğer kısımları da bize katılmakta gecikmediler. Sayımız, on sekiz Avrupalı ile on Çinliye varmıştı ve çadırlar şehri büyümüştü. Yemekten sonra toplandık. Haslund, bize birçok şey gösterdi. Bunların arasında bir mabet bayrağı, iki kafatasından yapma bir davul da vardı.

      Heyetimiz tastamamdı ve hepimiz neşeliydik.

      MİLLETLER ŞEHRİ

      29 Mayıs, Huchertu-Gol’da geçirdiğimiz ilk gündü. Bizim burada iki ay kalacağımız besbelliydi. Çünkü iki yüz deve satın almak kolay bir iş değildi.

      Burada uzun bir müddet kalacağımız için, çadırlarımızı ona göre tertip ettik. Çadırlarımız arasında muntazam yollar açtık. Bütün çadır kapıları kuzeye doğru idi. Çünkü Moğolların âdeti böyle.

      On sekiz beyaz, on sarı insanın ve otuz dört hizmetçinin başında bulunmak, okuyucu da tahmin eder ki çok müşkül bir iştir. Benim bu kadar adamı idare için tecrübem yok. Çünkü daha evvelki seyahatlerimi hep yalnız başıma yapmıştım.

      Meğer bu iş de pek basitmiş. Çünkü arkadaşların hepsi münevver adam, âlim adam, yapacakları işten zevk alan adamlar!

      Bu arkadaşlar gibi bütün dünyanın dikkat gözünü cezbeden bu muazzam kıtanın içinden geçmeyi hararetle özleyen nice münevverler var! Bir insanın Asya’yı kendi gözüyle görmesi, gıpta edilecek bir bahtiyarlıktır.

      Bizim heyetimizde askerî bir disiplin yok. Avlanmak isteyen arkadaşlar, Moğol komşularımızdan kiraladığımız atlara binerek çıkıyor ve akşamleyin birer ikişer geyikle dönüyorlar. Herkes görevine sahip çıktığından kati emirler vermeye hacet kalmıyor ve düzenli teftişler, uyarılar ve cezalarla temini mümkün olan disiplin, son derece tabii bir şey oluyor.

      Biz burada, İç Moğolistan’ın Mingan Tasok adını taşıyan küçük bir sahasının ortasındayız. Bu havalinin reisi, buradan 25 mil mesafededir. Buraya ulaştığımızda, bu reis bizim kim olduğumuzu, ne istediğimizi anlamak için bir zabit ile üç asker gönderdi. Bunlar bizim tüfek attığımızı duymuşlar ve üç kurdu öldürmemizden memnun olmuşlardı.

      Reisin mümessili, bize istediğimiz gibi harekette serbest olduğumuzu bildirdi. Yalnız bize toprakları kazmamamızı tavsiye etti. Çünkü toprakları kazarsak yeryüzünün ve dağların ruhlarını kargaşaya uğratırdık. Bilhassa tepelerinde bir obo (dua ve dilek yeri), bir adak bulunan dağları huzur içinde bırakmak lazımdı.

      Ertesi gün ben de Walz ile Yuan’ı iadeiziyaret için gönderdim. Bu yörenin başı, sevimli bir ihtiyar Moğol’du. Bu zat bize dair birçok sual sorarak her şeyi bütün teferruatıyla anlamak istemiş ve bizi ziyaret arzusunda bulunduğunu anlatmıştı. İki gün sonra onun namına yüksek rütbeli bir zabit geldi.