Bunlardan biri, hatta en çok seyahat edenleri olan Larson bile Asya’nın canevine gitmemişlerdi. Avrupalı arkadaşlarım içinde, Asya’ya ömründe ayak basmayanlar var. Çinliler de asıl Çin’in dışına çıkmamışlardı. Gashun Gölü ile Hami’den Urumçi’ye giden yolu hiçbirimiz bilmiyorduk.
Ben bu tanıdığım yolu özellikle seçmiştim. Seyahatimizin ilk günü, bize gelecek günler hakkında bir fikir vermiş bulunuyor. Biz, her gün yeni yolculuğa başlarken batıya doğru uçsuz bucaksız fezaya bakacak, bizim için yeni ve bütün dünya için meçhul sahalarla karşılaşacağız. Bizi Sinkiang vilayetinin merkezi olan Urumçi’den ayıran 2,100 kilometrenin her birini, gözümüzü açarak geçeceğiz.
Benim için senelerden beri bir rüya olan bu seyahat, nihayet gerçekleşmiş bulunuyor. Asya toprağının üzerinde yaşıyorum. Çadırların etrafında dolaşan nöbetçilerin ayak seslerini ve gece rüzgârlarının uğultusunu duyuyorum. Artık bu bir rüya değil, hayatımda tasarladığım en büyük planı tatbik ediyorum.
Sabahleyin dört buçukta beni uyandırdıkları zaman, kendimi rüya tesirinden kurtarmak için gözlerimi ovdum. Bütün Asya önümüzde yayılıyordu. Bu manzaraya karşı duyduğum his, ne kadar şanlı ve yüksekti. Saat beşte, derece 8,8’di. Kendimde zerre kadar yorgunluk hissetmiyordum.
Her taraftan sesler yükseliyor ve Almanca, İsveççe, Çince, Moğolca emirler veriliyordu. Larson bir mareşal gibi hareket ve her tarafı teftiş etmekteydi. Yükler develerin sırtına kondukça hayvanlar hiddetleniyor, ağızlarının köpüklerini yere tükürüyordu. Çadırlar sökülmekte, yataklar toplanmaktaydı. Mutfak levazımı sandıklara yerleştiriliyordu. Nihayet kervan, bütün ihtişamıyla yeniden teşekkül ederek yola koyuluyor.
Yolumuz, Kundulung-Gol’a varıyordu. Biz, burada mırıldanan ırmağa girecek ve suları çarpa çarpa geçecektik. Ötede beride sarı yabani güller ve diğer çiçekler açmıştı. Vadi enlileştikçe meralara dalıyor ve tekerlek izleri görüyorduk. Ortalıkta tazelik ve serinlik var.
Meşin yeleğimi giydiğime isabet etmişim, Profesör Hsü, kendini iyice sarmıştı. Diğer Çinliler yine develerin üzerinde, tahta kurulmuş gibi kitap okuyorlardı.
Köylerin çoğu yine harap ve bomboştu. Buna rağmen her tarafta saban izleri görünüyordu.
Vadi, adamakıllı açılmıştı. Önümüzde meralar güzel kokularıyla uzanıyordu. Bundan mükemmel bir konak olamazdı. Bu susuz, ıssız ve sarımtırak yıkıntı içinde burası bir cennetti. Fakat kafile ilerliyor ve bu cennet, bir rüya gibi sönüyordu.
Daha ileride Wu Funtre köyü vardı. Burada geceleyecektik. Çünkü muhafızlarımız burada değişeceklerdi. Develerin yükü indirilmiş ve çadırlar şehri kurulmuştu.
Güneş batıyorken askerlerin resimlerini çektik. Bunların yerine bizi muhafaza edecek olan yirmi asker, kırmızı sarı bayraklarıyla gelmişlerdi. Fakat daha evvelki kırmızı beyaz askerlerle yeni sarı kırmızı askerleri birbirinden ayırmak lazımmış. Yoksa bunlar dövüşür ve birbirlerinin silahlarını çalarlarmış! Onun için biz de kırmızı beyazları kampın içinde tuttuk ve sarı kırmızıları uzakta ayrı bıraktık. Gece nöbetinden bir ben, bir de Larson affedilmiştik. Bu da yaşımızın ilerlemiş olmasından dolayıydı.
Ortalık kararırken develer geri getirilmiş, nöbet başlamış, çadırların içinde ışıklar yanmıştı. Her yerde konuşma, gülüşme sesleri duyuluyordu. Bir mandolin tatlı havalar çalmakta idi. Her tarafımızda en derin huzur hâkimdi. Bizi burada gören, Kuzey Çin’in eşkıyayla dolu bir sahasında bulunduğumuza, buralarda iç savaşın her dakika patlak vermesinin muhtemel olduğuna inanamazdı.
Ertesi sabah, bizden ayrılacak muhafızlara izin verecektim. Arkadaşlarımın ekserisini yanıma alarak onların bulunduğu yere gittim. Onlara Çince teşekkür ettim. Selametle dönmelerini diledim. Onlar da altmış dolardan ibaret paralarını aldıktan sonra atlarını mahmuzlayıp geri döndüler.
Artık bizi, sarı kırmızı askerler muhafaza edecekti. Biz tekrar hareket etmiştik. Doktor Haude’un kendisi son derece kıymetli ve hassas edevat ile dolu sandıkları taşıyan deveyi bizzat götürüyordu. Bu sandıkların biri kronometreleri, diğeri rasat aletini taşıyordu.
Ara sıra ben de onun yanına gidiyorum. Larson, Hummel, Bergman ve Dettmann da bize katılıyor, tatlı tatlı konuşuyoruz. Geniş bir ova üzerindeyiz. Her tarafa yulaf yahut afyon ekilmişti. Yakın zamana kadar bu arazi Moğollara aitti. Fakat Çinliler araziyi gülünç sayılacak derecede küçük bedelle satın almışlar ve bunları ekmeye başlamışlardı. Burada hâlâ birkaç Moğol’a tesadüf olunuyorsa da bunlar, çalışkan ve inatçı Çinlilere karşı bir şey yapamıyorlar. Çünkü Çinliler ziraatın esrarına vâkıftırlar. Moğollar, bunlar karşısında mütemadiyen gerilemekte ve Dış Moğolistan’ın kuzey ve güney sınırlarına sürülmektedirler. Onun için burada devamlı bir göç yaşanıyor. Fakat bir taraftan iç savaşlar, diğer taraftan eşkıya çeteleri buranın kanını emmiş ve her şeyi öldürmüş gibidir. Bu yüzden köylerde insan görülmüyor, ekili arazide bir tavuk dolaşmıyor, yalnız ara sıra simsiyah domuzlarla aç ve paçavralı hayaletler görünüyor.
Bununla beraber, yolumuzda hayat emareleri gösteren bazı köylere de rast geliyoruz.
Yalnız buralarda kasırgalarda seyahat etmek hakikaten müşkül ve korkunç bir şey. Kasırgalar birkaç dakika devam ediyorsa da bu birkaç dakika insana unutulmaz işkenceler tattırıyor. Biz de bu çeşit kasırga yüzünden Nobodin köyünde kalmaya mecbur olduk.
Buralarda ani bir taarruza uğramak her dakika muhtemel olduğundan, gece nöbetçiliği meselesini müzakere etmek lazımdı. Profesör Hsü, bu meseleyi konuşmak için çadırıma geldi. Ona göre bir eşkıya çetesi bizim çadırlarımızı hedef alacağından, çadır dışında yatmak daha doğru olurdu. Sonra muhafızlarımız olan askerler, cephanelerinin azlığından şikâyet ederek bizden cephane istemişlerdi. Fakat Profesör Hsü, askerlerin yanındaki cephanenin az olmasını daha uygun görüyordu. Onun için bizim kurşunlarımızın onların tüfeklerine sığmayacağını söyleyerek onlara cephane vermedik ve nöbet işini hallettik. Nöbetçiler her iki saatte bir değişecekti.
Gece, fırtınanın şiddetine ve rüzgârların korku verici iniltisine rağmen selametle geçti. Güneş doğarak uçuşan tozları renge boyadığı zaman, kafilenin hiçbir hasara uğramadığı anlaşılmıştı.
KERVANLAR MOĞOLİSTAN’DA
Nobodin köyünün kendine mahsus bir maden kuyusu vardı. Fakat kömürleri iyi değildi. Biz, 23 Mayıs’ta hareket ettik. Hareket ederken köylüler, sepetlerle koşarak deve gübrelerini, develerin düşen kıllarını toplamaya koyuldular.
Kervan, tekrar bütün ihtişamıyla teşekkül etmiş ve ilerlemeye başlamıştı. Yeni doğan güneşle bir tarafları aydınlanan muazzam develer, gölgelerine karşı birer büyük heykel gibi duruyorlardı.
Uzun alay, kuzeybatıya doğru ilerlemekteydi. Biz tepeleri tırmanarak dar, dolambaçlı bir geçide çıkıyoruz. En önde giden askerlere göre burası, ani bir taarruza uğramak için çok müsaitti. Onun için silahlı adamlarımızdan birkaçının ileriden gitmesi daha uygun olurdu. Kabul ettik ve yürüdük.
Gökyüzü muhteşem bir mavilik içinde fakat hava soğukça idi. Vadinin bir kıvrımında