“Beni bugün muayene etmeyecek misiniz?”
“Edeceğim. Niçin geldim? Vazifemiz nedir?”
“Fakat…”
“Ha… ‘Fakat’ı da anladım. Gazeteler beni her ne kadar ‘medisen tretan’20 diye yazmışlar ise de sizi temin ederim ekselans hastanın nabzını bile elime almadım. Öteki hekim arkadaşlarımla beraber başka bir odada yalnız konsültasyonda bulundum. Ben bir hastadan öbür hastaya ölüm getiren doktorlardan değilim. Hem ölümü buraya getirinceye kadar üzerimde taşımaktan korkmaz mıyım? Ben de bir can değil miyim? Senin canın sana ne kadar tatlı ise benimki de kendim için o kadar kıymetlidir. Hem ben her gün dezenfekte olurum. Buna Türkçe nasıl diyorlar? Gayetle zor bir tabirdir.”
“Muzâd-ı taaffün…”
“Evet. İşte her gün tepeden tırnağa ‘mezad-ı taaffün’ olurum.”
“Mezat değil, murad vezninde muzad.”
“Ben Türkçeyi öyle veznesiyle kantarıyla bilemem. Yirmi senedir burada tabiplik ederim, fakat Türkçenizi doğru dürüst öğrenemedim. Avrupalı kafası her şeyi çabuk kavrıyor, fakat Türkçede daima tembel kalır, kekeler, çünkü pek zor bir lisandır. Şimdik muayene müsaade eder misiniz? Teminatım kâfi görüldü mü?”
Hasta muayeneye hazırlandı. O, sudan muayeneye pek kızardı. İster idi ki hekim bu hususta olanca dikkatini ve ustalığını kullansın. Gebers hastanın bu merakını da bildiğinden gayet ince bir işe hazırlandığı güvenini vermek için hususi bir ehemmiyetle paltosunu çıkardı. Kollarını sıvadı. Gözlüğünü taktı. Hastayı kürkünden, iç hırkasından soyarak boylu boyuna sedirin üzerine yatırdı. Onu tavada kızaran balık gibi kâh arka kâh yüz üstü çevirerek göğsünü, karnını, yüzünü ve boşluklarını, bütün vücudunun deliğini deşiğini dikkatle ayrı ayrı dinledi. Tekmil oynak yerlerini, adalelerini, sinirlerini, damarlarını yokladı. Hafif hafif mıncıkladı. Ağzını, dilini, gözlerinin içini, daha örtülü yerlerinden hiçbirini ihmal etmedi.
Bu pek fen dairesinde bir muayene değil, efendiyi memnun etmek için doktorun icat eylediği aşırı bir çeşit komedi idi. O iskeletin kaç paralık canı olduğunu Gebers senelerden beri zaten biliyor, kulaklarının altında o yorgun zayıf kalbin duruvermesinden korkuyordu. Hakikati anlamak için onun bu uzun muayeneye hiç ihtiyacı yoktu. Fakat ellerinin o cılız bedene her dokunuşunda ondaki bünye sağlamlığına şaşıyormuş gibi yalancı bir seda ile şöyle bağırıyordu:
“Ne sağlam natura! Zayıf vücutların semizlerden çok yaşadıklarını tıp söyler. Bu bünye binde bir kişide bulunmaz. Kendinizi bu kadar üzüntüye verdiğiniz hâlde yine vücudunuz kronometre gibi sağlam işliyor. Beden bir defa fazla etlerden kurtulup böyle sinirleşirse artık ölüm nedir bilmez. Kargalar niçin iki yüz sene yaşarlar? Kuru, sade sinirdirler de onun için. Bu hâl sağ iken mumyalaşmak demektir. Hiç mumya ölür mü? Ben bu vücudu seksen sene için sigortaya alırım ve hiç düşünmeden imzamı korum.”
Ferruh Efendi bu sözlerdeki mübalağayı anlamakla beraber yine teselli bularak dinliyordu. Fakat doktor niçin kendinden yüz senelik ömrü esirgeyip de “seksen” diye buna kısa bir vade tayin ettiğine biraz canı sıkılıyordu.
Her gün ona başka bir tedavi usulü göstermeli, başka ilaçlar, teselliler vermeliydi. Doktor her zaman ilaçların renklerini değiştirerek gayet sudan şeyler yazardı. Hastayı o yorucu muayenesiyle hırpaladıktan sonra bir köşeye çekildi. Cebinden cüzdanını çıkardı. Kaşlarını çattı. Derin bir dikkat ve düşünme tavrı alarak reçetelerini tertibe başladı.
Hasta dikkatsizlikten gücendiği gibi çok dikkatten de şüpheye düşerdi. Nihayet dayanamadı, sordu:
“Doktor niçin o kadar derin düşünerek yazıyorsun? Hastalığım pek korkulu da onun için değil mi?”
Doktor işitmezlikten gelerek cevap vermedi. Hasta tekrar:
“Bak işte cevap vermiyorsun. Biliyorum bende kalp var.”
Doktor gözlüğünün altından, infialini zorla örtebilir sabırsız bir nazarla bakarak:
“Kalp herkeste vardır efendim.”
“Benimki herkesinki gibi değil. Deminden durdu, yine işledi.”
“Bu yel değirmeni değildir ki durup durup işlesin.”
“Benimki şimdiki hekimlik nazariyelerini altüst edecek bir yaratılışta. Dinlenip dinlenip işliyor.”
“Olamaz.”
“Olamayacağına beni temin et.”
“Bir Rabb’imin büyüklüğüne ant içerim ki kalpler yarım saat dinlenip tekrar işlemezler.”
“Of… Of… Bu yetmez, başka suretle temin et.”
“Ne yapayım?”
“Reçetenin kulağına ‘Kalpte katiyen bir şey yoktur.’ ibaresini yaz, altına imza et.”
“Biliyor musunuz efendi hazretleri, böyle giderse sizin korktuğunuz kalp hastalığı bende olacak. Peki, öyle yaparım.”
Doktor reçeteyi bitirdikten sonra bir köşesine Fransızca “Rien au coeur.” (Kalpte bir şey yoktur.) ibaresini yazarak altını imzaladı.
Efendi bu reçetedeki ilaçları hep kullansa veya hiç kullanmasa bir zarar yoktu. O kadar tesirsiz ve zararsız şeylerdi. Fakat bunların yutulma ve içilmeleri için ince zamanlar, saatler tayin ve dikkatler, ihtimamlar tavsiye etti.
Doktor Gebers Avusturyalı idi. Vatanlarında tedavideki kabiliyetleri geçersiz kalmak tehlikesinde bulunan bu doktorların memleketimizde birer Hipokrat kesilmeleri tecrübesine ümit bağlayarak buraya gelmiş, umduğundan çok talihi açılmış, doktorluk ufkumuzda bir usta yıldız parlaklığı almıştı. Vizite parasını iki katına çıkardığı hâlde yine müşteri hücumuna dayanamıyordu. Onun fikri girmeyen konsültasyonlar hükümsüz sayılıyordu. En ümitsiz kalmış hastalar için “Bir kere de Doktor Gebers’e gösterseniz!” tavsiyesi şehrimizde ağızdan ağıza dolaşan bir “darbımesel” kuvvetini bulmuştu.
Ölümlerine birkaç saat kalmış zengin, fukara can çekişenler sanki hep ölmeden önce Gebers’e üç dört lira ayak teri vermeye borçlu idiler. Bu para her ölecek için cenaze masrafından önce ödenmesi gereken bir borç hükmünde idi. Bir hasta, Doktor Gebers’in muayenesinden sonra ölürse artık iyileşmek ve kurtulmak ihtimali kalmamış olduğu hakkında bütün kalplere rahatlık gelir, “İçimizde dert kalmasın, bir de o görsün.” denirdi.
Doktor şehrimizde yirmi beş yıla yakın bir zaman geçirdiği hayat boyunca hâlâ Türkçeyi gördüğümüz derecede söyleyebiliyor ve durmadan onun zorluğundan şikâyet ediyordu.
Reçetelerini bitirdi. Hastanın ardı arası kesilmeyen suallerinden kurtulmak için saatine baktı. Daha görecek çok hastaları bulunduğunu, vaktin geçmiş olduğunu özür olarak söyledikten sonra hemen paltosunu giydi. Kaçar gibi bir acele ile odadan çıktı.
Merdivenden inerken Hasan Ferruh Efendi’nin başka bir hususi doktoru olan Âlimyan’a rastladı. Bu merdivenlerden her vakit böyle bostan kuyusu kovaları gibi hekimlerden biri inerken öteki