“Gel doktor, beni dinle bakalım. Hastalığın vücudumdaki taarruz ve müdafaalarını işit. Hangisinin üstün geleceğini söyle. Dediğin gibi kalbimin iki dairesi arasındaki kan akıntısının neden dolayı ara sıra değişmeyi durdurduğunu anlat. Sağlık askerlerimin hastalık askerleriyle iyice savaşabilmesi için benden nasıl imdat istediklerini bildir.”
“Ah efendim, bu ne uzun bir iştir. Sizi hırslandırmaktan korkmamış olsam çok laflar edeceğim.”
“Söyle.”
“Evvela, oturduğunuz bu odanın tanperatüründen (derecesinden) başlayacağım. Şimdi burada yirmi iki santigrat derecesinde hararet vardır. Bu kadar sıcaklık insana iyilikten ziyade fenalık eder. Vücudunuz limonlukta büyüyen nazik bir ağaca döner. Bir taraftan biraz soğuk duyar ise hemen hastalanır. Vücudunuza, limonluktan çıkınca hastalanan bir ‘plant’ (bitki) terbiyesiyle değil, soğuklara, karlara, boralara karşı koyar bir meşe odunu tertibiyle bakmalısınız. Bu odanın pencereleri kâğıtlar, astarlarla sıvanarak tıkanmış; kapıları keçeler, pamuklu perdelerle kapanmıştır. Hava nereden cereyan olacak? Bu odada yuttuğunuz hava içinize girip çıkmış olan daima o zehirli havadır. Sağ adam bunun burasında hastalanır. Buraya dağdan koskoca bir ayı getirsen üç günde sıska bir maymuna döner.”
“Ah nezaketine kurban olduğum doktoru…”
“Efendim, tıp işinde nezaket olmaz. Dinleyiniz; ondan maada sırtınızda kürk, kürkün altında hırka, onun altında kalın entari, onun altında çifte yün fanila… Daha altında zıbınlar, bıbınlar, daha isimlerini bilemediğim birtakım şeyler. Bunların ortasında vücudunuz hesapsız katlara bürünmüş Kumbağı sovanının cücüğüne benziyor. Galiba büyüklüğünüzde çocukluğunuzu hatırlayarak kendinizi bir nev kundağa koymuşsunuz. Affederseniz. Marazın askerlerine karşı kendi ellerinizi, ayaklarınızı bağlamışsınız. Vücut serbestlik ister, hareket ister. Kullanılmayan demir paslanır bilirsiniz. Üç şeye dikkat lazımdır, derimizin fonksiyonlarını kolaylaştırmalı, ciğer körüğümüzü işletmeli, hazma yardım etmeli. Büsbütün hareketsiz durmamalı. Hiç olmazsa her gün hafif hafif oda egzersizi yapmalısınız. Vücudunuzda ne kadar sinir, damar, et varsa onları günde sekiz on defa olsun yerlerinden oynatmalı.”
“Nasıl oynatayım? Köçek gibi titreyip göbek mi atayım?”
“He, evet efendim, kımıldamaz durmadansa göbek atmak menfatlı bir egzersizdir. Bunuyla (bununla) tembel bağırsaklar harekete gelerek içlerindeki şeylerin yürütülmesine sebep olurlar.”
Âlimyan’ın maksadı, hastaya ufak tefek vücut ve zihin uğraşmaları bularak onu hiç kımıldamadan durmak ve kendisini dinlemek tehlikesinden kurtarmaktı. Onun için dedi ki:
“Danimarkalı Müller’in oda içinde yapılmak üzere tertip etmiş olduğu 18 egzersizi vardır. Bunlar ‘ijiyen’ kaydesince vücudu hareket ettirmek için pek ustalıkla tertip olunmuşlardır. Bunların icrası her yaşta adamlar için fefkalade faydalıdır. Her gün bu işi etmeye üşenmeyen yaşlı zevatlar kalp, romatizma, ankiloz gibi şeylerden kurtulurlar. Vücudun körüğü, tulumbası, pistonu, makarası, pevranesi saat gibi tıkırında işler, beden de fikir de gençliğin elastikini (elastikiyetini) alır. Arzu buyurulursa bugün birinci numaradan başlayalım.”
Hasan Ferruh Efendi, kendinde melankoli doğuran tembelliğin harekete dönmesinden bilinmez tehlikeler sezer gibi acayip bir durgunlukla:
“Bunlar da nota ıskalaları gibi numara numara mı yükseliyor?”
“He, babanızın canına rahmet olsun, işte güzel dediniz, mızıka egzersizleri gibi bunlar da numara iledir. Birinci numarayı vücuda sindirdikten sonram ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü pratik edersiniz ve sonra hepsi tamam olunca şifayı bulursunuz.”
“Şifayı bulur muyum?”
“Evet efendim.”
“Şifayı bulmanın bizde iki manası vardır.”
“Ben şifa lafının mefhumunu bir bilirim; marazdan kurtulmak.”
“İnsan cavlağı çekince de marazdan kurtulur.”
“ ‘Cavlağı çekmek!’ Bu ne laftır efendi hazretleri? Cavlak… İşte bunu hiç duymamışım. Çincedir? Türkçedir? Argodur, nedir? Lütfen bana beyan edersiniz?”
“Bu, doktorların ‘sıyga-i intihaiyelerini’ hastalarının çoğuna çektirdikleri bir kelimedir. Möysö Gebers Cenapları bunun son tasrifini Hasan Muhsin Paşa’ya okuttu.”
“Bu tabir, mefat olmak demektir?”
Hasan Ferruh Efendi, Âlimyan’ın söyleyişini taklit ederek:
“He evet dostum, bilmoorsun?”
“Siziyle laf etmek ince süzgeçten çakıl taşı akıtmaya benzer.”
“Doktor, zarafet kumkumasısınız. Fakat sözünüzdeki veçhişebehi24 anlayamadım.”
“Lafımda ne maymun vardır ne şebek.”
“Bu ne olmayacak anlayış. Benim sözümde de ne kirpi vardır ne köstebek. İkimizin de dilini eşek arısı soksun.”
“Ekselans bu ne bedduadır ki edoorsun?”
“Bet değil bu pek hayır duadır.”
“Dilini eşek arısı sokarsa insan geberir.”
“Gebermez, zarafetlenir. Gelelim mâ nahnü fihimize…”25
“Orası neresidir?”
“Efendim?”
“Manahnu