Şakir ağa sıkılarak:
“ ‘Efendi hazretleri bu ilahicileri kapının önünde söyletmez ki insan biraz gafletten uyanıp da ahiretini hatırlayabilsin!’ dedi.”
“Hay kalın kafalı mahluk… Etrafımızda, ölümü, ahireti hatırlatmayan acaba ne var? İçinde oturduğumuz, üstünde yatıp kalktığımız, giyip çıkardığımız, bütün yiyip içtiğimiz şeyler hep hayat yıkıntıları değil mi? Ölüm nasıl unutulur? Ölümü, ahireti hatırlatmak için bu karının mutlaka makamla kulağına mı bağırmalı?”
“Efendim kadın kısmı lafını bilmez ki…”
“Hele bu karı hiç bilmez. İsmi de Binnaz. Kaç kırat naz ve nezaket vardır o karıda? Bilmem nenin adını ‘bad-ı saba’16 koymuşlar? Bilmem ki neden konaklarımızda içeriye bir kâhya kadın, dışarıya bir kethüda efendi koruz? Para ile başımıza bela alır, ailemiz arasına dedikodu, dırdır sokarız. Ne kâhya efendilerin ağır edaları çekilir ne de kâhya kadınların çeneleri… Ne dersin âdet bu… Dümensiz gemi olamadığı gibi kâhyasız da konak dönmüyor. Bizim Şemsi nerede?”
“Deminden gördüm koruda geziyordu.”
“Bu havada?”
“Efendim genç çocuk… Havayı, rüzgârı, karı, yağmuru bilmiyor ki…”
“Tek başına koruda yapraksız ağaçların arasında ne yapar? Hiç dikkat ettin mi?”
“Evvelden çiftesiyle kuş vururdu.”
“Hay, hayat katili zalim…”
“Şimdilerde avladığı yok. Kâh dalgın dalgın geziniyor kâh kütüklerin üzerine oturarak cebinden kalem kâğıt çıkarıyor, saatlerle yazı yazıyor.”
Efendi sözü kesti. Daldı. Uşak çıktı.
Hasta kendi kendine:
“Oğlan ne yazıyor acaba?”
Biraz durduktan sonra:
“Bunun acabası yok. O yaşta muhabbetnameden başka ne yazılır? Fakat kime? Hangi aşüfteye?” Heva-yi aşk eser serde mısrasını mırıldandı.
Rahat köşesinde, bin kuruntu, vesvese vesilesi arayarak kendine türlü rahatsızlıklar icat eden bu zavallı adam, uşakla birkaç lakırtı ederek bir parça avunmuştu. Yalnız kalınca gene kendini dinlemeye başladı. Gözleri saatte, eli nabzında kaç vurduğunu saniyelerin geçmesiyle ölçmeye başladı. Birdenbire beti benzi kül kesildi. Nabzını bulamıyordu. Şiddetli bir korku içinde minder üstüne devrildi, “Ay nabızlarım durmuş… Durmuş… Ölüyorum!” dedi.
Böyle bir vehme evvelce de birkaç defa tutulmuştu. Doktorlar ona kaç kereler “Sağ adamın nabzı mümkün değil durmaz. Ne kadar hafiflese gene işler.” diye kuvvetli teminat vermişlerdi. Şimdi onları kötüleyerek “Ah yalancı habisler… Beni aldatmışlar. İşte nabızlarım durdu, ama hâlâ yaşıyorum.” diyordu.
Ölüm korkusu ile müthiş bir helecana tutuldu. Parmaklarının altında nabız belirdi. Lakin şimdi de sık, vuruş sayısı istenilenden çok ziyade idi. Telaşlı bir yakarışla sedirin üstünde secdeye kapanarak “Aman Allah’ım, ne evvelki kadar yavaş ne de bu kadar şiddetli… İkisi ortası… İkisi ortası… Merhamet… Merhamet…” diye yalvardı.
Zavallı bu çarpıntıda iken Şakir Ağa içeri girdi:
“Efendim doktor geldi. Salonda bekliyor. Ne emriniz olur?”
“Hangisi?”
“Gebers…”
“Hay benden evveli o gebersin! Kendine verecek bir ad bulamamış da bu menhus adı takınmış.”
“Emriniz?”
“Emredecek hâlim var mı Şakir? İşte görüyorsun. Söyle gelsin. Hasan Muhsin Paşa’yı nasıl kurtarmış ise beni de öyle kurtarsın.”
Uşak çekildi. Fakat efendi, doktor için “Gelsin!” emrini vermiş olduğuna şimdi ansızın pişman oldu. Çünkü zihninde Gebers’in Hasan Muhsin Paşa’nın ölümünden bir şey getirip kendine bulaştıracağı kuruntusu peyda olmuştu. Emrini geri almak için zile uzanmaya uğraştığı sırada doktor elinde silindir şapkası ve güler bir yüzle odaya girdi. Hafif bir baş eğmesiyle “Bonjur ekselans.” dedi
Hasta birkaç kelime Fransızca anlardı. Zayıf bir seda ile “Bonjur değil. Bu pek fena bir gün.” cevabını verdi. Ve kendine yaklaşmaması için eliyle işaret etti.
Mösyö Gebers, Hasan Muhsin Paşa’nın ölümü haberinin o günkü gazetelerde çıktığını biliyordu. Odanın bir köşesinde yatan gazeteyi görünce efendinin ürküntüsünü bir anda anlayarak uzakça bir kanepeye çekildi. Sordu:
“Efendi hazretleri yine ne var? Ne oldunuz?”
Ferruh Efendi doktoru kendine acındırmak için kendini kaplamış olan zaafından daha zayıf görünmeye uğraşarak gözlerini yumdu. Konuşamayacağını anlatmak istedi. Doktor onun, olduğundan çok hasta görünmek hususundaki hilekârlığını bildiği için sustu. Birkaç lakırtıdan sonra açılacağını çok defa tecrübe etmişti. Hastanın bu densizlik ve nazlanmalarına katlanmayı bir hekimlik vazifesi bilirdi.
Hasan Muhsin Paşa’nın hastalık hâllerini anlamak merakı efendinin beyninde öyle kaynıyordu ki nihayet dayanamadı sordu:
“Hasan Muhsin Paşa’yı gönderdiniz değil mi?”
“Biz göndermedik.”
“Allah çağırdı.”
“Hayır. O kendi gitti.”
“Acayip!..”
“Cenabıhak, vücutlarına bakanları, hijyen kanunları ile yaşayanları, hiçbir zaman vaktinden evvel çağırmaz.”
“Paşa merhum sağlık kaidelerine riayet etmez miydi?”
“Her akşam işret, türlü mezeler, sonra gayet zengin bir sofra… File, biftek, tavuk, balık, börek, dolma, pilav, şarap, şampanya… Sonra üç nikâhlı karı, sekiz metres, kim bilir ne kadar odalık… Sonra yerinden kımıldamak, arabasız adım atmak yok… Sonra, daima daha büyük, daha büyük olmak ambisyonu, pardon, hırsı… Hep bunlar insanı değil bir fili bile öldürecek sebeplerdir.”
“Doktor, hastalık nasıl başladı? İlkin ne gibi belirtiler, ağrılar göründü?”
“Hiç merak etmeyiniz efendim. O hastalık sizde hiç yoktur ve olamaz.”
“Neden olamaz? Ben her türlü hastalık tehlikesinde bulunan bir insan değil miyim?”
“Çünkü siz öyle yaşamıyorsunuz. İşret etmez, çok yemezsiniz. Bir karınız vardır. Onunla da beraber yatmazsınız.”
“Gazete, hastalık karaciğerden başladı diyor.”
“No no… No… Hiçbir vakit böyle değil. Gazeteler hiçbir şeyi iyi haber almayı bilmezler. Her vakit yalan yazarlar. Bilmez misiniz, bu jurnalistler kaç meşhur adamı hasta olmadan öldürdüler ve sonra o, sağ ölüler ‘demanti’17 gönderdiler ki biz ölmedik. Evet, böyle olduğunu gazeteciler de itiraf ettiler ve sıkılmadılar.”
“Bu Hasan Muhsin Paşa neşe ve sıhhatinden ölmedi ya? Elbette bir marazdan gitti, neye saklıyorsun doktor? Benim hastalığım da onunkinin aynı olduğu için değil mi?”
Bu zeki hastayı kandırmak gayet müşkül, nazik bir mesele idi. Doktor onu ilaçla değil kanaat vermekle iyileştirmeye uğraşırdı.
Şimdi