Hasan Ferruh Efendi buhranlı zamanlarında, yanında bulunmayan ayrı fikirde birine karşı, her vakit böyle atar tutar, hoşnut olmadığı şu cihanı tenkidinin sövmeleriyle kökünden sarsmak ister, her şeye fena demekle biraz iyileşerek hemen hemen boğulmaktan, ölmekten kurtulurdu. Ölüm baygınlıkları içinde güçsüz kuvvetsiz kaldığı hâlde bu kadar sözü nereden bulup söylerdi? O hâlsiz vücudun çenesindeki bu hezeyan kuvveti, o uyuşuk beyindeki bu şiddetli parlama ne idi? Durmadan zayıflıktan yanıp yakılmasına karşı dilindeki bu çalışmayı görenler hastalığına inanmıyorlardı. Böyle kendi kendine söylenmek, ona en tesirli ilaçlardan çok deva yerine geçerdi.
Gazeteyi gene eline aldı. Rahmetlinin hâl tercümesini baştan aşağı okudu.
Hasan Muhsin Paşa’yı pek yakından tanırdı. Hükûmet mücadelesinde o, kendinin en yaman bir hasmı idi. Ferruh Efendi’nin çevirmek istediği fırıldakları birtakım entrikalar ile ters döndürmeyi becererek onu düşkünlük çukuruna yuvarladıktan sonra vezirliği kendi kapmıştı.
Evet ayağına karpuz kabuğu koyan o idi. Okumasının sonunda, şöyle bir muhakeme ve icmale başladı:
“Hâl tercümesi yarı yarıya yanlış. Resmî sicile geçen bu çeşit hâl tercümeleri çok defa sahipleri tarafından yazılır. İdarece olan kötü işler birtakım ustalıklı tabirler ve değiştirmeler ile örtülür. Bütün kusurlar, kandırıcı faziletler şekline sokulur. Hasan Muhsin Paşa’yı sicil müdürü ile gazete muharriri ne bilir? Onun kim olduğunu anlamak isterlerse benden sorsunlar. Çekememezlik meydanında karşı karşıya senelerce at oynattık. Beni kündeye getirdi. Kendi vezirlik merdivenine tırmandı. Neyse artık dünyadan elini ayağını çekmiş, süngüsü depreşmesin, Allah taksiratını affetsin.”
Sonra hazin bir gülümseme ile rahmetlinin birinci rütbeden Osmani, Mecidi, altın liyakat ve sair nişanlarını tekrar gözden geçirerek:
“Bu maden parçalarının göğsümüzde parladığını görmek, göstermek için ne kadar uğraştık! Bunlar protokolde sahiplerini yüksek mevkiye geçirirler. Fakat ahiret için öyle mi? Kabirde bunların şehadetlerine Münkereyn14 inanır mı? Asıl nişan, insanın vicdanında silinmez hakiki övünme izi bırakabilecek olan hayırlı işlerdir. Bu da kimsenin göğsünün dışında gözlere parlamaz, gizli olur. ‘İşte bakınız ben ne kadar büyük adamım. İnsanca büyüklüğüm göğsümde parlayıp duruyor.’ diyenlerle büyüklüklerini hiçbir gurur nişanıyla kendi cinsinden olanların gözlerine sokmak aldatıcılığında bulunmayanlardan hangileri daha yüksektir? Üstünlük ve meziyet ölçülerini açık açık göğsünde taşıyanlar, onu tanıtmak için gözleri zorlayanlar, o faziletlerinden kendileri de şüphe edenlerdir. Bu nişanlardan bazıları benim çekmecemde de duruyor. Onların benim yüksek insanlığım hakkındaki şahitliklerine niçin bugün kimse inanmıyor? Neden düşkünüm? Ben bunları taşımaya layık değilsem, adi bir adam isem bu iftihar alametlerini bana vaktiyle niçin verdiler? Demek ki bunların verilişlerinde sahici liyakati ölçmeye yarayacak sağlam bir takdir usulü yok. Lüzum görüldüğü zaman iyiye de veriliyor kötüye de… Mayası kötü olanın eline bu aldatıcı şehadetnameyi vermek günahtır, bu nişanlar ehil olan ve ehil olmayan göğüslerde parladıktan sonra ölünce de iyiliklerin sayılması sırasında böyle hâl tercümeleri varakasına geçiyor. Son aldatıcı hizmetleri de bu.”
III
DOKTOR GEBERS
Her şeye karşı sürekli küskünlüklerde bir rahatlık zevki arayan bu ölmez hasta nihayet yoruldu. Oturduğu sedirin yastığına başını dayadı. Bir zaman için hiçbir şey görmemek için gözlerini yumdu.
Yalının arkasındaki sokaktan, seyri, kararı belirsiz, karışık makamlardan, kaba bir seda ile mezar başı duasını andırır gür bir ilahi başladı.
Güftesi, dünya gafletine dalan fânilere ölümü, mezarı, ahireti hatırlatan uyandırıcı nasihatlerle dolu, en yürek karartan, hüzünlü sözlerden düzenlenmiş idi.
Dilenci haykırıyordu:
“Fâni dünya hoştur amma akıbet mevt15 olmasa!”
Hasta birdenbire yerinden irkilerek:
“İlahi herif, kör ol… Of ne boş beddua… Biliyorum zaten körsün… Kahrol… Sesin kısılsın. Âlemi, hayattan nefret ettirmek için bu bet sesinle sokakları böyle neden inim inim inletiyorsun? On para dünyalık kazanmak gayretiyle değil mi? Bir şey görmemek için gözlerimi yumdum. Şimdi kulaklarımı da mı tıkayayım? Bu ne uğursuz gün! Sanki etrafımda beş duyumla daimî temasta ahiret panoramaları açılıyor. Pencereden bakma… Gazete okuma… İki dakikacık istirahat etme… Ne yapayım, çıldırayım mı?”
Efendinin oturduğu yer mabeyin odası idi. Biri hareme, öteki selamlığa iki kapısı vardı. Selamlık tarafına olan zile bastı. İçeriye göğsü ilikli setreli, fesi kalıplı temiz, eli ayağı düzgün, orta yaşlı, Tatar yüzlü bir uşak girdi.
Efendi, infialini hazmedip her vakitki nazik konuşmasını bulmaya uğraşarak:
“Ağacığım… Şakir… Bu herifleri kapının önünde bağırtmayınız diye sizden bin defa istirham etmedim mi?”
Şakir Ağa ellerini ovuşturarak:
“Vallahi, efendi hazretleri sabahtan beri üç tane geldi, bağırtmadan para verdim savdım. Aşağıda bendenizden başka kimse yok. Haremden kalfalar dolabı vurdular. Oraya gittim. Bu dördüncü peyda oldu. Koşup savıncaya kadar birkaç defa bağırdı.”
“Bağıramaz olsun.”
“Biz para verdikçe bunların sayısı her gün artıyor. Birbirine