“Fesüphanallah, acaba bu herifler kalktıkları yerden varacakları yere kadar bu dayanılmaz kürek çekme gayreti ile böyle kaç defa yatıp kalkarlar? Allah’ım, yarattıklarının kimisini pamuktan, kimisini çelikten yaratıyorsun. Doktorlar bana ‘Hareketsizliğinden dolayı vücudunda yanma fiili olmuyor.’ diye durmadan şikâyet edip duruyorlar. Vücudumun külhanında hayat ateşini sürdürmek için ya böyle pazar kayığı hamlacısı yahut sırık hamalı yaratılmalı imiş. Biz ise ‘bey’ doğduk, ‘paşa’ olmaya heves ettik. Ne tersine bir dilek imiş. Ben süslü soframda bin körpe piliç yesem şimdi bu heriflerin şu yorgunluktan sonra tıkınacakları soğan ekmeğin lezzetini, hazmetme kolaylığını bulamam. Bu sinir zayıflığından kurtulmak için kürek mi çekeyim? Bu yaştan sonra hamallık mı edeyim? Dolap mı çevireyim? Biz zamanın nice elemini, sitemini çektik, daha berbat olduk. Ben o koca küreğe yapışıp yatar isem altında ezilir, bir daha kalkamam. Yanma işi benim vücudumda değil beynimde oluyor. Yangın benim beynimde. Orada her dakika bin vehim cehennemi tutuşur. Kafa değil, hep fışkıran bir azap ateşgedesi…9 Böyle para pul, her türlü nimet içinde aç oturan bir paşa olmaktansa somununu, soğanını doymadan hazmeden bir hamal olmak bin kere daha iyidir. Bilmem yaradılışın ikbali, sefaleti hangi tarafta, gerçek saadet ve sefalet hangi cihette kalıyor? Jean Jacques Rousseau; lisanını pek bilmiyorum ama methini çok yerde işittim. Sen akıllı bir divane, yiğit bir mürteci imişsin. İnsanları ilk göçebelik zamanlarına döndürmeye uğraşmış, meşhur hakim Voltaire’e bile hayvanlık zevki vererek ot yemeye bile heveslendirmişsin. Doktor Gebers seni her zaman metheder. Bana ‘Beyefendi, Avrupa’da doğaydın mutlak bir Rousseau olurdun.’ der. Herif yüzüme karşı ‘Sen bir kızıl divanesin.’ diyemediği için, adını bana vererek o manayı nezaketle anlatmak istiyor. Doktor Gebers, sen o ilaçlarınla beni bir gün geberteceksin ama bakalım ne vakit?”
O aralık denizden, kuş gibi bir kano geçti. Hasta, yine kendi kendine söyleniyordu:
“Denizde, karada, havada uçunuz bakalım kâfir oğlu kâfirler… Ecele çare bulamadıktan sonra sizin zekânızı kaç paraya alırım? Bizi hızlı uçuşunuza uymayı mı çağırıyorsunuz? Ahlak kaidesinden değişmez bir hareket düsturumuz olan:
Erişir menzil-i maksuduna aheste giden
Tiz reftar olanın pâyına dâmen dolaşır
mısralarının uyuşturucu neşesini zihinlerimizden çıkaramadıktan sonra bizi koşturamazsınız. Aceleniz ne? Deminden giden pazar kayığını görmediniz mi? Türk’te o pazı kuvveti varken makineyi ne yapacak?”
Hasan Ferruh Efendi nereye baksa hayatın umumi akışının kendi uyuşuk, hastalıklı varlığı ile tam tezat hâlinde olduğunu görerek isyan hezeyanlarına kapılıyor; uçan, koşan, pazılarının kuvvetiyle yaşayan, canlı kanlı, kuvvetli insan kardeşlerinin sağlık akan neşeli yüzlerini görmeye dayanamıyor, sağlıktan da elem duyuyordu, ölümden de… Artık âlem, onu sevindirebilecek hadiselere sahne olmak mucizesinden kalmış, amansız, zalim, gaddar olmuştu.
Oda kapısı dışarıdan tık tık vuruldu.
Efendi “Buyurunuz!” diye girme iznini verdikten sonra tertemiz bir halayık, terliklerini dışarıda bırakarak, nereye ve nasıl basacağını bilemez, korkulu ve çekingen bir yürüyüşle hiçbir tarafa sürtünmeksizin, o sabahın gazetesini parmaklarının ucuyla getirdi, efendinin önüne bıraktı. Yine aynı ürkeklikle çekildi.
Efendi, el dokundurmadan bir zaman gazeteye tereddütle baktı. Nihayet el uzattı.
Gazete ifadesini, kendi tabirince, “lisan-ı azap-ül-beyan-ı Türki’nin avamil-i inkırazlarından” (tatlı Türkçenin batma sebeplerinden) başlıcası saydığı cihetle yanlışla dolu, yontulmamış, fesahatsiz bulur, her satırın Amedi-i Hümayun’daki eski usule, resmî edep ve terbiyeye, edebiyat icazına, siyasi hikmete tamamıyla uygun seçilmiş kelimeler ve kısa cümlelerle edası taraftarı idi.
Gazeteler için, “Bunların lisanlarından ne eski yazı taraftarları memnun olur ne de cühelâyi kalem… Yazdıklarını ne hamal anlar ne kâtip beğenir. Türk, Arap, Acem, Frenk katışması, asil şiveden ve latif anlatıştan mahrum piç bir lisan vesselam!” der:
Kaldır da başını gel gör Nabi
Lisan-ı şiirin ne hâle geldi.
mısralarını ilave ederdi. Yerli gazetelerin başmakalelerini:
Ne edep var ne siyaset
Ne izan var ne zarafet.”
alayı ile okuma zahmetine layık bulmazdı.
Gazeteyi eline aldı, ilk makaleyi atladı. Ufak tefek dış haberleri çarçabuk bir süzdü. İç haberlere geldi. Bu kısmın baş sütunundaki yirmi dört puntoluk harflerle “Ziya-i Azim”10 başlığını görünce bir korku ürpermesi geçirdi. Fes başından fırladı. “Vah zavallı… Acaba yine kim?” diye acıklı bir sual ile gözleri büyüdü.
Okumak istemiyordu. Tehlikeli bir iş yapmaya hazırlananlarda görülebilecek bir korku ve telaşla yanına çiçek suyu, kordiyal şişelerini hazırladı. Bu ölüm acısının uyandıracağı teessüre karşı koyabilecek metaneti bulmaya uğraşarak başladı:
Bir müddetten beri esir-i firaş (yatalak) bulunan vüzera-yı fihâmdan 11 Hasan Muhsin Paşa dün gece sabaha yakın ‘irce-i…’ emri celiline lebbeyk-zen-i icabetle12 fazilet ve iyiliklerinin hasretinde olan herkesi büyük bir acıya ve matem yaşlarına gark etmiştir.
Merhum-i müşarünileyh, Allah vergisi olan dirayet ve istikametinden başka acıma, incelik ve cömertliği ile de meşhur idi. Tedavisine Doktor Gebers hazakatinde en meşhur hekimler tarafından fennin en son çarelerinden medet umularak çok çalışılmış ise de zamanı gelince ilaç tesir edemiyor. Hastalık en azgın bir karaciğer rahatsızlığı ile başlayıp yavaş yavaş müzminleşmiş olarak senelerce sürmüş, hiçbir tehlike beklenmediği bir anda ansızın şiddetlenmiş ve sinir sarsıntıları kalp arızası meydana getirerek ölümle neticelenmiştir. Yaşça elli beş raddelerinde bulunup hayatının ihtiyarlık denecek bir devresine ermemiş ve henüz kendisinden daha nice nice hayırlı işler beklenmekte iken müşarünileyhin böyle erken kayboluşu büyük teessüflere sebep ve ilaahir… diye rahmet ve gufran dileğinden sonra ölenin bir buçuk sütun süren hâl tercümesi yazılmıştı. Ayrı ayrı zamanlarda kazanmış olduğu mühim memuriyetler, rütbeler, nişanlar, gösterdiği yararlıklar teker teker sayılıyordu.
Hasan Ferruh Efendi, rahmetli Hasan Muhsin Paşa’daki “Hasan” adının kendiyle uygun olmasından, hastalığın karaciğerden başlamış olmasından, yaşıt bulunmalarından ve hele kendinin hususi doktoru Doktor Gebers’in rahmetliyi de iyi edemeyişinden fena hâlde uğursuzluklar hatırına gelerek limon gibi sarardı, bitti. Bu benzeyişlerin verdiği kuruntularla kendini de yarı ölmüş sayıyordu. Kendinin dünyada mı ahirette mi olduğunu anlamak için davranmaya uğraştı. Çünkü hareketsizlik ölüm işareti idi. Etrafını bir sis kaplamış gibiydi. Her şeyi bulanık görüyordu.
Bu neye alametti? Bu uyanık kâbustan kurtulmak için birkaç yudum kordiyal içti. Okumak istediği uzun hâl tercümesini bitirememişti. Söz söyleyip söyleyemeyeceğini anlamak merakı ile mırıldayarak “Bu kısa hayatın ne uzun olur derdi… İşte adamcağız ölmüş vesselam… Kerbela hikâyesi gibi bu faciayı ne uzatırsınız böyle?” dedi.
Durdu. Kordiyalin vereceği geğirme ile bir kısım merakını dışarı boşaltmak için bekledi.
Gene