Muzaffer Bey giyindi, süslendi, bir sevda avı aramaya çıktı. Oğlunun bu niyetini keşfeden annesi ona sevgi ile bakacak kadınların bu küstahlıklarını lanetleyecek söz bulamıyor, en ağır lakırtıları hafif buluyordu. Bu köpürmesi sadece, oğlunun kalbi kendisi ile başka bir kadın arasında ikiye bölünmesinden analık sevgisine açılacak olan teessür yarasını düşünmüş olmaktan değildi. Oğlu bir kızı sevip de evlenmeye kalkarsa kendisi ilkin kaynana ve sonra -Allah saklasın- büyükana olmak tehlikesiyle karşılaşacaktı. O, şimdi iki çocuğunun analığını üzerinde taşımak gibi dayanılmaz bir yük altında ezilirken kocakarılığına açık birer alamet olacak bu korkunç katmerli “analık”ları yüklenmeye nasıl dayanabilecekti?
Kocasının namuslu alnına iki iri boynuz takmak için olan niyetinde, büyükanalık felaketine uğradıktan sonra muvaffakiyet güç olacaktı. Bu felaketlerin meydan bulmaması için oğlunun davranışlarını inceden inceye gözlemeye karar verdi.
Muzaffer, bu aşk acemisi çocuk, tecrübesiz kalbinin ilk köpürmelerine uyarak birkaç kız ile mektuplaştı. Sonra bu işte kendisinden çok tecrübeli bir iki arkadaşın teşviki ile Beyoğlu’nda para ile bir gecelik muhabbet satılan evlere girdi çıktı. Bu tecrübelerinden evvel genç damarlarında dolaşan muhabbet kanının kafasında uyandırdığı o hayal okşayan, o temiz sevdayı bulamadı. Onun daha mektep döşeklerinde iken kendini saatlerce uykusuz bırakan, o zaman daha ne olduğunu seçemediği hayalini süsleyen temiz aşk ideali gerçekle karşı karşıya geldikten sonra solmuş, ilk şairiyet ve saffetini kaybetmişti. Duygularını tatmin için az zamanda çok dolaştı. Kolayca muvaffakiyetle söndürdüğü ateşin şiddetine karşılık şimdi sevdadan bir çeşit bulantı duymaya başladı. Artık aradığını bulamıyor, mektepteki gecelerinde gönlünü anlatılmaz bir istek nuruyla tutuşturan aşkın o tatlı temizliğini arıyordu. Düşüncesi, duyguları şüphe dumanları içinde bunaldı. O zamana kadar okuma çalışmaları ile dolu zihni birdenbire işsiz kalınca bu boş zamanlarını dolduracak kendine bir eğlence bulamamak sıkıntısı içinde bunalıp kaldı. Herhangi bir işe başlasa hemen sıkılarak bırakıyordu.
Ailece olan merak illetinin irsiyeti tesiriyle daha o yaşta bir çeşit hüzne düştü. Dayısı Ferruh Efendi gibi habbeyi kubbe yapmaya başladı. İşsizlik, dertsizlik bu zavallı genç için bir hastalık oluyordu.
Muzaffer Sabri Bey bu ruh hâlleri içinde iken bir perşembe günü sokağa çıkmak üzere giyinmiş, kadınlar da bir düğüne gitmek için hazırlanmışlardı.
Muzaffer, yalının büyük sofasından geçerken hayal edilmez, latif bir yürüyüşle yengesi karşısına çıktı. Cazibe Hanım, krem zemin üzerine açık tütün rengi ipekli tüller, güpürler ile süslü giydiği elbiseyi vücuduna o kadar yaraştırmıştı ki, delikanlının gözleri iki güzelliğin koptuğu gizli noktalara kadar bir renkte pembe somaki saflığı ile seyrine doyum olmayan letafetler saçan, bayıltıcı öpücükler isteyen bu açık göğüs üzerinde dolaşıp durdu. Zavallı çocuk alındı, sersemledi, bir şeyler oldu. Birkaç zamandır kaybetmiş olduğu gençliğinin bütün arzuları, hırsları, emelleri, delilikleri bir anda kalbinde parladı. O açık gül pembesi taze göğsün bir erkeğe nasıl doyulmaz zevkler vereceğini, kadın vücudunu tanımakta peydahladığı tecrübelerden anladı. Fakat bu bir anda olan tutkunluğunu sezdirmemek için kendini toplamaya uğraşarak hafif bir ses titremesi ile “Emin ol yenge, bugün düğünde en güzel, en şık, en latif kadın sen olacaksın.” dedi.
Bu komplimana karşı Cazibe Hanım ufak bir teşekkür reveransı ile “Çapkın… Sen de böyle iki dirhem süslenmiş nereye gidiyorsun? Anneni öldürecek misin?” latifesinde bulundu.
Bu sözlerin arkasından gelen sessizlik sırasında göz göze geldiler. Cazibe Hanım’ın göz bebeklerinde parıldayan koyu zümrüt gibi menevişlerden Muzaffer bir mana çıkarmaya uğraşırken, genç kadın elindeki incili yelpazeyi tehdit eder gibi karşısındakine birkaç defa salladıktan sonra nazik bir yürüyüşle uzun eteğini sürüyerek çekildi.
Muzaffer’in kız kardeşi Mahmure, naz ve letafetinin yaprağını, hayatın feyzine her gün bir parça daha açan bir kadın goncası idi. Onun gül yanaklarında, yapraklar arasında olup gelişmeye çalışan, güneşin sıcak feyzi ile pek temasa gelmemiş, el ve nefes değmemiş, ilk tazeliğiyle parlak bir meyve turfandalığı vardı. Onun bu güzelliğinin inceliği, iştahla dikilecek bir gözden müteessir olacak sanılırdı; bakılmaya kıyılamayacak kadar güzel bir kız idi. Boyu annesinden uzun, yüzü anasının ufak tefek yüz eksiklikleri kudret eliyle dikkatli bir tashih görmüş benzeri idi. Bu kız serpildikçe, renklendikçe, kadınlık manası gözlerinde her gün parlak bir açıklık aldıkça anasını büyük bir telaş alıyordu. Çünkü yan yana geldikleri zaman gözlere sefa veren bu turfanda genç kızın gözleri çeken yüzü yanında Ferhunde Hanım’ın yapma bayatça güzelliği artık seçilir gibi oluyordu.
Kız, “Anneciğim!” diye coşkun bir sevgi ile boynuna sarılmak istedikçe “anne” sözünden son derece gücenerek “Aman çekil densiz!..” diye tekdir edip bu okşanmalardan ürküyor, kızına bu “anne” sözünü dedirtmemek için çareler düşünüyordu. Onu, bu hakkı olan sözünden nasıl vazgeçirebilecekti? Sonunda, bir gün, dayanamadı, kızın bir sevgi coşkunluğu ile boynuna atılmak istediği bir anda onu iterek:
“Mahmure, aygır kadar bir kız oldun. Yetişip beni geçtin. Ben mi seni doğurdum, sen mi beni doğurdun? Artık bundan bana şüphe gelmeye başladı. ‘Anne!’ diye üzerime saldırdıkça kendimi üç otuzunda zannediyorum. Senin gibi koca kızın ağzına anne sözü yakışmıyor. Pek genç iken çocuk doğurması ne bela imiş. Biz, ana kız değil iki kız kardeş gibi duruyoruz. Senin bana anne demeni duyanlar şaşkınlıktan gülüyorlar. Bundan sonra bana anne deme, istemem; ‘abla’ de. Bu daha iyi. İkimiz de gülünç olmaktan kurtuluruz.”
Bu azarlamada ne korkunç bir bencillik ne kadar anormal bir emel gizli olduğunu pek fark edemeyen kızcağız donakaldı. Annesi mi onu doğurmuş yoksa o mu annesini? Bu şüphenin garipliğine şaştı. Kendisinin anasından doğmuş olduğu apaçık iken kim şüphe edebilirdi ki annesi böyle söylüyordu.
Kendisi annesine ayıp getirecek yaradılışta bir kız mıydı ki anası onu doğurmuş olmaktan bu kadar pişman oluyor, utanmış görünüyordu? Zavallı kızcağızın kalbi sevmek arzusu ile öyle coşkun bir hâlde idi ki, bu ihtiyacını anasına olan aşırı sevgisiyle tatmin etmekten başka bir tesellisi yoktu.
Mahmure, derin bir üzüntü ile boynunu eğdi, çekildi. Bu anlaşılmaz yasaktan pek kederlenmişti. Sebebi ne olursa olsun, annesinin bu garip emrine uymakla sevgisini kazanmak için kederli ve yalvaran bir bakışla dedi ki:
“Ablacığım sizi kucaklamama müsaade ediniz de bu hangi adla olursa olsun benim için hep birdir.”
Evde aile azası arasına girmiş bir delikanlı daha vardı: Şemsi Bey. Hasan Ferruh Efendi’nin oğlu olmadığı için bu adı verdiği bir Çerkez çocuğunu pek küçükten büyüterek oğulluk edinmiş ve kız kardeşinin oğlu Muzaffer ile birlikte okutarak eğitimine büyük dikkat etmişti. Niyeti, bu genci kendine damat etmekti.