“Bunların cümlesi dövülüp ezildikten sonra, gül suyu ile kâfi miktarda kaynatılıp ılıcak vücuda sürülmeli, karaciğer, dalak ve büyük damarlar üzerleri iyice ovulmalı, sonra tere yatmalı, ertesi sabah hamam yapmalı; dalalete uğrayan organ dâhiliye gelir yerli yerine… Ve amma ki takarrüb-i hatun, istima-i kanun, ekl-i macun, şeytani vesvese-i derun memnu…”
Hatuna kafiye ve seci düşecek ne kadar yiyecek, içecek ve davranış varsa Lokman’a göre bunların hepsinden çekinmek lazım geleceğini hasta anladı. Bu kafiyeli tedavi, vücudundan evvel efendinin zihnine hoş geldi. Kafiye damarları depreşti. Merakını gidermek için sordu:
“Kavun yesem olur mu?
Kanıma dokunur mu?”
Şair hekim, çekinmek lazım olduğunu bildirmek için şehadet parmağını kaldırarak cevap verdi:
“Hatun benzer bi-aynihi tauna
El uzatma mukaffası kavuna;
Biri tatlıdır, serin hem âb-dar,
Biri mahrurdur gayet can yakar!
Eder telyin kavun çok âdemi
Kadın kurutur büsbütün demi.”47
O gece Senai Efendi yalıda kaldı. Hazreti bağırta çağırta soyarak Lokman’ın tertibi ile mükemmel sıvadı. Zavallı efendi sosa bulanmış yoluk bir hindi gibi döşeğe girdi. Tere yattı. Fakat Lokman reçetesinin asel-i musaffa, terementi ve zamk-i Arabîsi çok gelmiş, biçare adam ballıbabaya dönmüştü. Ökseye konmuş bir kuş gibi vücudu nereye dokunsa yapışıyor, bar bar bağırıyordu. Sıkıntıdan terledi. Çok sürmedi tekmil bedenini bir yanma sardı. Kebabenin, zencefilin, öteki azdırıcı ilaçların ölçüsünde ya Lokman yanılmış ya onun usta talebesi… Hasta, hamam için sabahı bekleyemedi. Döşekten çıkardılar, hamama soktular. Vücudu pul pul kabarmış, mercan balığı tavası manzarasını almıştı. Bedenin bazı kısımlarını Senai Efendi tebeşir, üstübeç astarı ve zeyt-i kantaronla öyle çeşitlere boyamıştı ki asıl rengin ne olduğu anlaşılamıyordu. Kurna başında Ferruh Efendi yukarıdan aşağı hâline baktı. Artık kendinde kafiye aramaya kudret bulamayarak “Eyvah, sığır haşlamasına dönmüşüm.” dedi.
Hekim gülümsedi. Hastayı eğlendirmek için kafiye arıyordu. Nihayet buldu:
“Yaptım sana bir yakı
Vücudun zehri aktı.”
Efendi bu kavruk zamanında bile şiirde kafiyeci hekimden geri kalmak miskinliğine katlanmayarak:
“Çiğ bulup beni iyi pişirdin
Vücudumu kıpkırmızı şişirdin.”
“Münkad ol hükm-i Lokman’a
Sonra gelir kuvvet kana.”
Efendiyi çıldırtacak derecede rahatsız eden şey her tarafına sinmiş olan keskin aselbent kokusu idi. Cenazelerden yayılan bu ahiret kokusunu kendi vücudunda koklamaya dayanamıyordu. Birdenbire zihni karıştı. Sinirli bir parlama ile artık kafiye ustalığını gösteremeyerek haykırdı:
“Ben aselbendin kokusunu duyduğum yerden kırk yıllık yola kaçardım. Bu teneşirlerde yıkanmış ölülere sürülen bir nevi ahiret lavantasıdır. Bu uğursuz kokuyu duydukça artık ölmüşüm de şimdi kefenleneceğim zannediyorum. Çıkarın bu kokuyu benden, deli olacağım.”
“Devasıdır Lokman-i ulvi pendin
Korkma yoktur zararı aselbentin.”
“Yok hekimbaşı, bu kokunun uğursuz tesiriyle çıldırmama bir şey kalmadı. Anladım. Enfiyenin dimağındaki sarhoşluğuyla reçetenin içindeki tıbbi miktarı arasında denklik hasıl olamadı. Mutlak bir yanlışlık yaptın. Dünyada şimdi senden başka Lokman mukallidi hekim kalmadı. Sen bu şaşkınlıkla bu hekimler başının yeryüzünde mutlak vekili olamazsın.”
Bu kırgınlık ile zihninde birkaç kafiye parladı:
“Bu kesif tılâya,
Yapışkan belaya,
Zannetmem ki Lokman
Bal koysun bir batman
Birçok terementi
Ve zamk-ı Arabi?”
“İşte bu da sözlerin en garibi
Nerede o kadar zamk-ı Arabi?
Ne mübalâğa
Şükür Hâlik’a.
Ben çıldırmadım,
Fazla koymadım.
Böyle iftira
Yaraşmaz sana.”
“Yok yok doktor baba
Lazım değil şaka.
Kavafiyi bırak
Bana dikkatli bak.
Ya tertib-i Lokman
Ettin beni püryan.
Yanıyor beşerem
A pir-i muhterem.”
“Nedir bu telaşın a tıfl-mizaç
Yakmayınca tesir eder mi ilaç?”
“Üstübeç ile zencefil, kebabe
Çevirdi beni yoğurtlu kebaba.”
“Çabuk şifa verir ilacın harrı
Çok sürmez geçer şimdi bunun narı.”
“Sadır, zahir, batın, kasık, kebedim
Kor düşmüş gibi yandı makadım
Tutuştu ser-ta-be-pâ bu vücudum
Bî-hilaf zî-ruh bir volkana döndüm.”
“Zarardır hastaya üzüntü, hiddet
Sabret hele sık dişini bir müddet
Ateşten sonra gelecek salah
Bi-izn-i Lokman, bulursun felah.”
“Çıldırıyorum bu aselbentten
Kurtar diyorum beni bu dertten.”
“Muanniddir aselbendin buğusu
Kırk gün çıkmaz vücudundan kokusu.”
“Kafiyeyi bırak be adam, çıldırıyorum. O çıkmazsa kırk saate kadar kalmaz benim mutlak canım çıkar. Kendimi Zuhuri’nin tımarhane oyununda zannediyorum, önümde yalnız bir çömlekle içinde sulandırılmış leblebi unu eksik… Zaten zıvanasından fırlamış aklımı bütün kaçırmak için bu kafiyeler dem tutuyor, beni kendimden geçiriyor.”
Efendi yine dayanamadı. Şu mısrayı yumurtladı:
“Sen kavuklu, ben de pişekârın
Bize lütfu böyle rüzgârın.”
“Kafiye istemem aman geveze
Niçin durmaz çanak tutarsın söze?”
Bu kafiye şakalaşması giderek bütün bütün bir saçmalama rengini aldı. Hekimle hastanın dövüşmelerine az kaldı. Efendinin ateşini yatıştırmak için bu Lokman çömezi bir reçete daha yazmaya mecbur oldu. Bu ikinci reçete tam yirmi beş kalem işitilmemiş garip ve eski ilaçtan meydana gelmişti. Efendi reçeteyi görmek istedi. Birkaç defa dikkatle okudu. Acayip sözlü bazıları hakkında izahat istedi.
Bu ikinci reçete, “Lübub-i Erbaa”, “Besturte” ve “Dençetosiko Diyasento” gibi kafiyeli eczanın bir sıraya getirilmesiyle garip bir tarzda kafiyeli yazılmış pek ıstılahlı bir hekimlik şiiri gibiydi.
Efendinin bakışları