Bu gençlik budalası kadın, biri oğlan öteki kız iki yetişkin evlat anası idi. Muzaffer yirmi bire basmış, Mahmure on yediyi dolduruyordu. Kendi gerçek yaşının gizlenmez, örtülemez canlı vesikası olan bu iki çocuğu vaktiyle doğurmuş olduğuna ne kadar pişmandı. Türlü mantık ustalığı ve hesap karışıklığı ile oğlanın yaşını on altıya, kızınkini on üçe kadar indirebilmişti. Ne kadar lazım olursa olsun bunların “tezkere-i Osmaniye”lerini50 meydana çıkarmazdı. Çocukların doğdukları zaman nüfus tezkerelerine yaşları yanlış yazılmış olduğu iddiasını öne sürerek bunların kendi hesabına göre tashihlerini yaptıracaktı:
“Hanım, maşallah çocukların ikisi de senin tependen bakıyorlar. İddia ettiğin kadar küçük görünmüyorlar!” diyenlerin bu sözlerini “Büyükbabalarına çekmişler. İkisi de genç irisi. Vücutları yaşlarına göre değil. Siz onların yaşlarını doğurandan daha iyi mi bilirsiniz?” karşılığıyla susturmaya uğraşırdı.
Bu aile insanları babadan geçme birer çeşit delilikle hasta idi. Ağabeyi Hasan Ferruh Efendi’nin hastalık merakı kız kardeşi Ferhunde Hanım’da böyle aşırı bir sürekli gençlik deliliği suretinde gözükmekte idi.
Ailenin üçüncü azası, Ferhunde Hanım’ın kocası Sabri Bey’dir. Yaşı altmışı geçmiş, o da kayınbiraderi Ferruh gibi gençlik hovardalığı sonunda vaktinden önce çökmüş hastalıklı bir ihtiyardır. Ferhunde Hanım’ı, on sekiz yaşında güzel, körpe bir kızcağız iken o zaman kırkını geçmiş olan bu adama vermişlerdi. Şimdi ikisi yan yana geldikleri zaman karı koca değil, baba ile kız zannolunurlar. Ferhunde Hanım kendine ihtiyarlık bulaşacak korkusu ile kocasının sarılmalarından kaçar. Onun buruşuk ağzından çıkan ihtiyarlık ile dolu ağır nefesinin dokunmasıyla kendi tazeliğinin bozulacağını sanır. Çoktan odayı ayırmışlardı. Sabri Bey bazı hastalandığı zamanlarda pek yanına gitmez. İhtiyar hizmetçi muhacir Hasibe Hanım’ı gönderir. Hastanın bakılmak için mahrem bir ele ihtiyacı olduğu vakitler de tiksinerek yanına gitmeye mecbur olsa zavallıyı yatırıp kaldırırken öfke ile tartaklar. Kocası, karısına “kızım”, “kızcağızım”, “yavrum” gibi küçüklere kullanılacak tabirlerle söz söyler. Zavallı hasta adam döşeğinde karısının öfkeli eliyle böyle hırpalandığı vakit “Kızım, azıcık yavaş… Bana üvey ana hıncıyla bakıyorsun!” diye sitemle merhametini uyandırmaya uğraşır.
Sabri Bey, karısına karşı genç görünmek için sakal salıvermemiştir. Vaktiyle kırmızımtırak sarı olan saçı, bıyığı, şimdi tamamıyla ağarmıştır. Öyle akbaba görünüşüyle karısının alaylı bakışları önünde büsbütün utanılacak bir hâlde kalmamak için boya kullanmaya uğraşır. Çok ustalık isteyen bu ince işi pek beceremez, yüzüne gözüne bulaştırır. Başın yan tarafları ile arkasında biraz saç kalmış, kafatası bilardo bilyesi gibi açılmış, bıyıklar da kırpılmış, onun için boyanacak çok tüyü tüsü kalmamıştır. Ama gözler iyi seçmez, eller titrer, çok defa fırçayı nereye sürdüğünü bilemez. Tahriş edici, yakıcı boya eczalarıyla bazen şakaklarını lekeler, bıyığın üst taraflarındaki deriyi yakar. Sonra bu sabit lekeleri çıkarmak için ispirtolu bez ile ovar, oraları kıpkırmızı yara olur, çiçek çıkarmışa döner. Boyaları üstüne başına, yerlere halılara saçar. Boyanması lazım olan yerlerden çok lazım olmayan yerleri boyar. Birkaç gün sonra, boyanan kılların kök taraflarında yarım parmak kalınlığında bir aklık çıkar, saçlarda açıklı koyulu menevişler görünür. Sık tıraş olmaya üşenir. Çenesinde bembeyaz bir sakal sürer. Gözlerin fersizliği, buruşukların derinliği, her zaman bıyık gibi uzayan kaşların gürlüğü boyaların çeşitli renkleriyle karışarak çehreye gülünç bir karikatür hâli verir.
Ferhunde Hanım pek usta bir boyacıdır, ama bu ustalığından kocasını faydalandırmak istemez, imdadına yetişmez. Onun öyle boyanıp kendisi gibi açıklı koyulu renkler içinde gülünç olup kaldığını gördükçe hoşlanır.
“Kocamın bu hâllerine bakınız da bana acıyınız. Gençliğim bu ihtiyarla tükenip gidiyor!” şikâyetleriyle herkesi kendine acındırmaya uğraşır.
Sabri Bey, karısının çok defa gariplik derecesini aşan bu gençlik iddialarına dayanır; fakat bazı da dayanamayarak “Hanım, yaş kırk iki ama akıl terelelli!” deyiverir.
O zaman Ferhunde Hanım, öfkesinden gelincik çiçeği gibi ateşli bir renkle parlayarak “İlahi onu söyleyenin kırk iki defa dili tutulsun!” bedduasını fırlatır.
Kocası gülerek:
“O kadar hiddetlenme, kanın bozulur. Çabuk ihtiyarlarsın. Ferhunde şaka bir tarafa… Kendi tahminine göre kaç yaşındasın? Daha otuzunda bile değilsin, değil mi?”
Ferhunde Hanım ses çıkarmayarak bunu tasdik eder görünür. Sabri Bey bu rahatsız edici sualini tekrarlar:
“Söylesene kaç yaşındasın?”
“Bilmiyorum.”
“Sen bilmiyorsan ben biliyorum. Ben seni alalı tam yirmi dört sene oldu. Fevkalade bir cesarette bulunup da şimdi otuz yaşında olduğunu tasdik etsek, evlendiğimiz yirmi dört sayısını bu otuzdan çıkarınca meydanda küçük bir altı rakamı kalır. İnsaf et, sen bana vardığın zaman altı yaşında mı idin?”
Bu açık hesap karşısında fazla kızmasından Ferhunde Hanım’ın kırmızılığı morluğa döner. Göğsünü yürek çarpıntıları doldurur. Boğulmamak için hemen ağabeyinin eczanesine koşarak birkaç yudum kordiyal içer. Sonra da kocasının odasına karşı yumruklarını, sönmez bir intikam şiddetiyle sıkarak:
“Yaşımı ne kadar büyültsen gene babam yerinde bir herifsin. Senin buruşuk suratına baka baka ömrüm günüm karardı. Şimdiye kadar yaşça dengim olan bir erkekle sevda muradına eremedim. Bu lezzet nasıl şeydir tatmadım. İffetli kalmak budalalığı ile hiç göz açmadım. Fakat sen dur… Sen dur… O senin kaz kafana bir çift iri boynuz pek güzel yaraşır… Bunları sana takmadıkça Allah canımı almasın.”
Bu korkunç kararını tenha bir odanın sağır duvarlarına karşı söyledikten sonra aynanın karşısına geçer, kendini doğru yoldan çıkaracak o bilinmez delikanlıdan göreceği sevda rağbetinin derecesini anlamak için kırıta kırıta yüzünün her noktasını ayrı ayrı tetkik eder. Kendini gençliğin en kaynar devresinde ateşli delikanlıların sevgilerine değer, tapınılacak bir kadın bulur.
Ferhunde Hanım’ın oğlu Muzaffer Sabri Bey, ana ve babasının bencilliklerini miras almış, levent gibi güzel bir gençtir. Kuzey Avrupa ahalisini andırır, yarı şeffaf pembe billur gibi bir letafetle tazelik içindeki çehresine taktığı şık altın gözlük pek yaraşır, yüzüne başka bir çekicilik verir. Yüzünün çizgileri ana ve babasının bir örneğidir. Mülkiye Mektebi’nden diploma alalı henüz altı ay kadar oluyordu. Şimdi okumasını tamamlamak için Avrupa’ya gidecekti. Onun genç dimağında birçok büyük emeller birbiriyle çatışıyordu. Gireceği meslek hayatına hâlâ bir karar verememişti. Büyük bir adam olmak istiyordu. Kendini bütün insanlığın üstünde büyüklük mevkisine yükseltecek