Pirinç de benzer şekilde yetiştirildiği ülkelerde sayısız efsaneye konu olmuştur. Çin efsanelerinde pirinç, açlığın eşiğine gelip dayanmış insanlığı kurtaran bir şekilde resmedilmektedir. Anlatılan bir hikâyeye göre Tanrıça Guan Yin, açlıkla boğuşan insanlara acımış ve bunun önüne geçmek için göğüslerini sıkarak süt çıkarmak istemiştir. Akan süt pirinç taneleri yetişsin diye boş çeltik tarlalarına dolmuş, Tanrıça da göğüslerini biraz daha sıkarak ortaya çıkan kan ve süt karışımının bitkilerin içine dolmasını sağlamıştır. İşte bu, pirincin niçin hem kırmızı, hem de beyaz türünün olduğunu açıklamak için anlatılan bir hikâyedir. Bir başka Çin hikâyesi ise avlanmak için neredeyse hiçbir hayvanın kalmadığı bir zamanda meydana gelen büyük bir sel baskınından bahseder. İnsanlar yiyecek ararken bir ara sağa sola sallanan kuyruğunda uzun, sarı tohum demetleri ile kendilerine doğru koşturan bir köpek görürler. Sonra bu tohumları toprağa ekerler. Elde ettikleri pirinç ile açlıklarını ebediyete kadar defederler. Endonezya’da ve Hindiçin adaları boyunca uzanan coğrafyada anlatılan farklı efsanelerde ise pirinç zarif ve erdemli bir bakire kız olarak resmedilir. Endonezyalı Pirinç Tanrıçası Sri, insanları açlığa karşı koruyan yeryüzü tanrıçasıdır. Hikâyelerden biri, şehvet düşkünü Tanrı Kral Batara Guru’dan korumak için Sri’nin diğer tanrılarca nasıl öldürüldüğünden bahseder. Bedeni toprağa gömüldüğünde pirinç, tanrıçanın gözlerinde filizlenir ve göğsünde mumsu pirinç yeşerip büyümeye başlar. Büyük vicdan azabı yaşayan Batara Guru ekip biçmeleri için bu ürünleri insanlığa bahşeder.
Bugünkü Güney Irak’ın kadim halkı Sümerler tarafından anlatılan uygarlığın doğuşu ve dünyanın yaratılışı hikâyesi, insanların yaşadığı ama henüz tarımın bilinmediği, Anu’nun dünyayı yaratmasından sonraki bir zamana gönderme yapar. Henüz Tahıl Tanrıçası Ashnan ve Koyun Tanrıçası Lahar ortaya çıkmamış; zanaatkârların efendisi Tagtug dünyaya gelmemiş ve Sulama Tanrısı Mirsu ile Sığır Tanrısı Sumugan ise insanlığa yardım etmek için henüz doğmamışlardır. Sonuç itibariyle, “İnsanların el üstünde tuttuğu bolluk ve bereketin kaynağı buğday ve arpa henüz bilinmiyordu.” İnsanlar ot yiyip su içiyorlardı. İşte böylesi bir zamanda, tanrılarına yiyecek sağlasınlar diye tahıl ve sürü hayvanları tanrıçaları yaratıldı. Ama tanrılar ne kadar yerse yesin fayda etmiyordu, çünkü karınları doymuyordu. Tanrılarına düzenli olarak besin sağlayan uygar insanın ortaya çıkışıyla birlikte tanrıların karnı doyurulmuş oldu. Tarımsal ürüne dönüştürülen bitkiler ve evcilleştirilen hayvanlar, tanrılarına düzenli olarak besin sağlama derdinde olan insana bahşedilen birer armağandı. Bu hikâye, insanların henüz avcı-toplayıcı olduğu, tarımın yapılmadığı döneme ait bir anlatı olarak belleklerde yer edinmiştir. Benzer şekilde, tahıl tanrıçaları için söylenen bir Sümer ilahisi, şehirlerden, tarlalardan, koyun ağılları ve sığır ahırlarından önceki bir barbarlık dönemini, diğer bir deyişle tahıl tanrıçalarının yeni bir uygarlık döneminin kapısını açtığında sona eren dönemi anlatır.
Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesine dair genetik temelli çağdaş açıklamalar, hakikaten tam da bu eski ve şaşırtıcı biçimde birbirine benzeyen yaratılış efsanelerinin modern, bilimsel versiyonlarıdır. Bugün şunu söyleyebiliriz ki, avcılığın ve toplayıcılığın terk edilmesi, bitkilerin tarımsal birer ürüne dönüştürülmesi, hayvanların evcilleştirilmesi ve çiftçiliğe dayalı yerleşik yaşam tarzına geçilmesi, insanlığı modern dünyaya giden rotanın içine sokmuştur. Esasında bu ilk çiftçiler tarihin ilk modern, “uygar” insanları olarak kabul edilmelidir. Bizim anlatımımızın, çeşitli yaratılış efsanelerince anlatılan hikâyelerden daha az renkli bir anlatım olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak kilit öneme sahip tahıl ürünlerinin tarımsal birer ürüne dönüştürülmelerinin uygarlığın doğuşuna doğru atılmış çok önemli bir adım olduğu kesindir. Şüphe yok ki, anlatılan bu eski hikâyeler, bahsettiklerimizden çok daha fazlasını kapsar.
2
Modernitenin Kökleri
Toprak senin yüzünden lanetlendi; yaşamın boyunca emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
Tarıma Geçişin Gizemi
Bitkilerin tarımsal bir ürüne dönüştürülmeleri ve hayvanların evcilleştirilme mekanizması anlaşılabilir süreçlerdir; ancak insanların motivasyonlarını açıklamak söz konusu olduğunda bu süreçler, bize çok az şey anlatır. Hakikaten de insanların niçin avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçtiği, insanlık tarihinin en eski, en girift ve belki de en önemli sorularından biridir. Bu oldukça gizemli bir sorudur, çünkü gerek beslenme açısından, gerek diğer açılardan, avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçiş insanı, büyük ölçüde daha yoksul ve yoksun bir hale getirmiştir. Öyle ki, bir antropolog tarıma geçişi aynen şu sözlerle yorumlar: “İnsan ırkının yaptığı en büyük yanlış.”
Tarımla karşılaştırıldığında avcı-toplayıcı bir yaşam tarzına sahip olmak çok daha fazla eğlenceli olmalıdır. Avcı-toplayıcı gruplar üzerine araştırmalar yürüten modern antropologlar, bugün yaşamaya zorlandıkları en ücra yerlerde bile yiyecek toplamanın, bu insanların zamanlarının sadece küçük bir kısmına tekabül ettiğini söylemektedir. Öyle ki bu süre, tarım ile aynı nicelikteki besini elde etmek için gerekenden çok daha kısadır. Örneğin, Kalahari’li !Kung Buşmanlar1 haftada on iki ila on dokuz saati yiyecek toplamak için harcamaktadırlar. Tanzanya’nın Hazda göçebeleri, aynı iş için on dört saatten az bir vakit ayırmaktadır. Bunun insana hobileri ve sosyalleşme için ne denli fazla bir boş zaman bırakacağı açıktır. Bir antropolog, halkının niçin tarıma geçmediği sorusunu yönelttiğinde bir Buşman buna şöyle cevap vermiştir: “Dünyada bu kadar çok mongongo cevizi varken niçin ekip biçme işine girişelim ki?” (!Kungların beslenmesinde çok önemli bir yere sahip olan mongongo meyvesi ve cevizi, yabani ağaçlardan toplanmakta, üretilmeleri için hiçbir çaba harcamaksızın doğada halihazırda bol miktarda bulunmaktadır.) Sonuç itibariyle, avcı-toplayıcılar haftada iki gün çalışır ve beş gün dinlenirler.
Tarım öncesi dönemlerde avcı-toplayıcı insanların yaşamları bugüne kıyasla muhtemelen çok daha zevkliydi. Tarıma geçişin, sanatsal işlerle uğraşmak, yeni zanaat ve teknolojiler geliştirmek gibi işlerde insanlara daha fazla zaman bıraktığı düşünülmüştür. Bu açıdan tarım, avcı-toplayıcıların kıt kanaat geçindikleri yaşam tarzlarından kurtulmaları şeklinde gösterilir. Ne var ki tersi durum da bir o kadar doğrudur. Tarım, toprak birimi başına daha fazla besin üretimine olanak sağladığından daha üretken bir aktivite olarak görünür. Yirmi beş kişiden oluşan bir grup insan sadece yirmi beş akrelik2 [yaklaşık 101.000 m2’lik] bir arazi üzerinde tarım yaparak varlıklarını sürdürebilir. Avcılık ve toplayıcılık ile hayatta kalmada kendilerine gerekecek on binlerce akrelik alandan çok daha küçük bir alandır bu. Ancak harcanan saat başına üretilen besin miktarıyla ölçüldüğünde tarımın daha az üretken bir aktivite olduğu ortaya