Mısırda olduğu gibi, ön-çiftçiler tarımsal bir ürüne dönüştürme sürecinde buğdayda, pirinçte ve diğer tahıllarda da istedikleri belirgin özellikleri belirlediler. Buğdaydaki mutasyon, “kendi kendini harmanlayan” türlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan tanelerin üzerini saran sert kabukların daha kolay bir şekilde ayrılmasını sağlayacak şekilde gerçekleşti. Böylece taneler daha az korunaklı bir hale geldi. Yani yabani yaşam açısından bakıldığında bu mutasyon da iyiye yorulamaz. Ancak çiftçiler için bu yararlı bir şeydir; çünkü kesilmiş buğday demetlerinin harmanda dövülmesinden sonra yenilebilir tanelerin kolayca ayrılması mümkün olabilmektedir. Taneler yerden koparıldığında küçük ve üzerinde hâlâ kabukları olanların yerine kabukları olmaksızın daha iri taneli olanlar tercih edilir. Bu durumun, insana yararlı mutasyonların üretilmesinde yardımcı bir rolü olduğu söylenebilir.
Tarımsal üretim için dönüştürülen ürünlerin çoğu için ortak olan bir diğer özellik de tohumdaki uyku halinin [seed dormancy] kaybıdır. Bu, tohumun ne zaman filizleneceğini belirleyen doğal bir zamanlama mekanizması olarak işlev görür. Tohumların çoğu, büyümeye başlamadan önce, elverişli koşullarda filizlenmelerini sağlayan, soğuk ya da ışık gibi belirli uyarıcılara ihtiyaç duyar. Örneğin, soğuk hava dalgasından sonraki aşamaya kadar uyku halinde kalmayı sürdüren tohumlar, sonbahar döneminde filizlenmeyecek, kışın geçmesini bekleyecektir. Oysa çiftçiler genellikle, toprağa ekmeye başlar başlamaz tohumların büyümeye başlamasını isterler. Diyelim ki elimizde bir yığın tohum var, bunların bir kısmı tohumun uyku halini sergilesin, diğerleri ise tam tersini yapsın. Şurası açık ki, bir an önce büyümeye başlayan tohumlar, çiftçilerin toplamada öncelik tanıyacağı tohumlar olacaktır. Böylece bir sonraki ürün için de bir temel oluşturulmuş olur. Özetle, tohumdaki uyku halini ortadan kaldıracak herhangi bir mutasyon, bitkinin üretilmesini destekleyecek bir eğilimi açığa çıkarır.
Benzer şekilde yabani tahıllar da farklı zamanlarda filizlenip olgunlaşır. Bu, yağış miktarı örüntüsü ne olursa olsun, en azından tahıl tanelerinin bir kısmının ertesi yıl için tohum sağlamasını garanti altına alır. Ne var ki, aynı gün içerisinde bütün bir tahıl tarlasından hasat kaldırmak, olgunlaşmış tahıl tanelerinin kayırılması anlamına gelecektir. Fazla olgunlaşmış ya da az olgunlaşmış taneler bir sonraki yıl için tohum olarak ekildiğinde filizlenmeleri çok daha zor olur. Bir yıldan diğerine, olgunlaşma zamanındaki farklılığı aşağı çekmenin etkisi kendisini er ya da geç bütün bir tarlanın aynı zamanda olgunlaşmasında gösterecektir. Bu, bütün bir mahsulün bozulma ihtimalinin yükselmesi anlamına geleceğinden, bitki açısından bakıldığında kötü bir duruma işaret eder. Ama tersine çiftçiler için bu hayli işe yarar bir şeydir.
Duruma pirinç özelinde baktığımızda, hasadın kaldırılmasına yardımcı olmada daha uzun ve daha büyük olmak gibi kimi özelliklerin üretilmesinde, insanın sürece müdahil olmasının etkili olduğunu görürüz. Dahası, yardımcı dallar ve daha iri taneler de alınan ürün miktarını artırmaya yarar. Fakat buğday ve pirincin tarımsal bir ürüne dönüşmesi, bu ürünleri insana daha da bağımlı hale getirmiştir. Örneğin, pirinç, çiftçilerin müdahalesi sonucunda su içinde hayatta kalma yetisini kaybetmiştir. Dahası hem buğday, hem de pirinç, parçalanmaz omurga yüzünden kendi kendini yeniden üretebilme yetisini büyük oranda kaybetmiştir. Üç ana tahıl ürününden buğday, pirinç ve mısırla bunların ikincil dereceden kardeşleri arpa, çavdar, yulaf ve darının tarımsal bir ürüne dönüştürülmeleri benzer sonuçları ortaya çıkarmıştır: İnsan için işe yarar besinler, daha az dirençli bitkiler.
Besin elde etme amacıyla insanın hayvanları evcilleştirmesi de bitkilerdekine benzer bir sonuca yol açmıştır. Hayvanların evcilleştirilmesine M.Ö. 8000’lerde Yakın Doğu’da koyun ve keçilerle başlanmış, hemen ardından da buna sığır ve domuzlarla devam edilmiştir. (Domuzlar hemen hemen aynı zamanda Çin’de bu süreçten bağımsız bir şekilde evcilleştirilmiştir. Tavuk da M.Ö. 6000’lerde Güneydoğu Asya’da evcilleştirilmiştir.) Kendi yabani atalarına kıyasla, evcilleştirilmiş hayvanların çoğunun daha küçük beyinleri vardır; daha hafif bir görme ve işitme gücüne sahiptir. Tabii bu, hayvanların vahşi doğada ayakta kalma becerilerini büyük oranda azaltır. Ama bu durum, hayvanların daha uysal olmasına olanak sağlar ki bu da zaten çiftçilerin istediği bir şeydir.
Bu şekilde insanlar hayatta kalmada kendi türettikleri şeylere bağımlı hale gelmişlerdir –tabii bunun tersi de doğrudur. Daha güvenilir ve daha verimli bir gıda arzı sağlamakla tarım, hem yeni yaşam tarzları, hem de daha gelişkin toplumlar için bir temel oluşturmuş oldu. Bu kültürler bir dizi besin maddesine dayanmış olsalar da, bunlar içinde en önemli olanları Yakın Doğu’daki buğday ve arpa; Asya’daki pirinç ve darı ile Amerika kıtasındaki mısırdır. Bu besinsel temel üzerinde birbirinin peşi sıra ortaya çıkan uygarlıklar (Bizim uygarlığımız da buna dâhildir) varlıklarını, “genetik mühendisliği”nin sonucunda ortaya çıkmış bu çok eski ürünlere borçludur.
Tarımsal ürüne dönüştürülmüş mısır, buğday ve pirincin ilk ortaya çıktığı merkezler.
Yaratılış Hikâyelerinde Besin
Dünyanın yaratılması ve uzun bir barbarlık döneminin ardından uygarlıkların ortaya çıkmasını konu edinen pek çok efsane ve menkıbede, bu borç dile getirilmiş; yukarıda anlattığımız tarım ürünlerinin bu süreçte oynadığı hayati role vurgu yapılmıştır. Örneğin, Aztekler insanın beş seferde yaratıldığına inanıyorlardı. Her kuşak bir öncekine göre bir gelişme anlamına geliyordu. Bu anlatıda teosinte adı üçüncü ve dördüncü yaratılışta insanın başlıca besini olarak geçmektedir. Beşinci, yani son aşamada ise insan kendini mısır ile beslemiş ve büyütmüştür. Bu aşamadan sonra insan gelişmiş, kendi neslini devam ettirenler, süreç içerisinde, dünyayı bir yerleşim yeri haline getirmişlerdir.
Mayaların Popul Vuh isimli kutsal kitaplarında anlatılan yaratılış hikâyesi de insanın yaratılması aşamasında tekrarlanan girişimlerden bahseder. Tanrılar erkeği ilk önce çamurdan yaratmıştır. Ancak ortaya çıkan yaratıklar zar zor görebilen, hiç hareket edemeyen ve sonunda da suyun etkisine karşı koyamadan yok olup giden varlıklardır. Bu yüzden tanrılar işe tekrardan soyunup erkeği odundan yaratırlar. Yaratıklar bu sefer dört ayak üzerinde yürüyebilir ve konuşabilirler; ancak kanları ve ruhları olmadığından tanrılarını şereflendirmede üzerlerine düşen görevi yerine getiremezler. Sonuç olarak tanrılar bunları da ortadan kaldırırlar. Böylece elde, ağaçlarda yaşayan birkaç maymun dışında bir şey kalmaz. Nihayet, erkeği ne tür bir malzemeden yaratacaklarına dair yaptıkları uzunca tartışmalardan sonra tanrılar, üçüncü kuşak erkeği beyaz ve sarı mısır başaklarından