Pope ile Austen’ın ortak yönü, dünyaya ilişkin bu heveslilik, sükûnet ve inanç karışımıdır. Şair gibi, Austen da çok okuyor, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmıyor ve üsluba kulak kesiliyordu. Fakat Austen metafizikçi değildi: Leibniz’in “olası dünyaların en iyisi” sözündeki yüce planın inceliklerini kavrıyor olsa dahi, bunlar onun merak alanına girmiyordu. O, evrensel düzene inanıyordu ve bunu sınamaya ya da devirmeye hiç niyeti yoktu. Claire Tomalin çarpıcı Austen biyografisinde, “Din, onun hayatında önemli bir yer tutardı. Sorgulanacak, araştırılacak bir şey değildi… Ruhani değil toplumsal bir unsurdu,” diye yazar. Austen’ın edebi eserlerindeki evliliklerin, ailelerin, erdem portrelerinin arkasında kendi sebatı, sabrı ve evrenin düzenine olan inancı bulunur. Yazar bu sayede günlük hırgüre, romantik entrikalara ve boğaz kavgasına yoğunlaşabiliyordu: Onun ilgi, bilgi ve ilham kaynağı bunlardı. Pope’un şu dizeleri bu durumu çok güzel yakalıyor:
Sen kendini bil, bırak Tanrı’yı incelemeyi;
Kendindir kendinin asıl bileceği.
Sen ki durursun çift yanı deniz bir karada,
Aklı karanlık, cüssesi kaba. 15
İnsanlığı hor gören bu portrede Austen’ın kusurlu karakterlerini ve bilindik temalarını bulmak mümkün; onun kendi kırsal İngiltere’sinin ötesindeki dünyaya sessiz inancını da. Onun romanları, insanın kendini bilmesi üzerine bir çalışmaydı.
Lizzy Bennet’ın Pemberley’de sessizce tadını çıkardığı bu huzurdu. Pemberley’nin ona sunacağı zenginlik ve statüyü düşünmekten çok, bu uyum ve düzenin sessiz temsiline dalmıştı. Burası endişeli genç hanıma, bütün keder ve endişeleriyle kendi dünyasının her şey olmadığını; doğanın asil, zarif ve kısıtlayıcı olduğunu hatırlatıyordu. Aynı erdemleri Darcy’de de görüyordu.
Gurur ve Önyargı’da yazdıklarını Austen’ın kendisi; Chawton, Castle Square ve Steventon’da deneyimlemişti. Aile ve sanat yaşamındaki değişimlere katlanabilir; sıkıntı, keder ve haz duyguları arasında gidip gelebilirdi, sonra da Southampton’ın akasyasında ya da Chawton’ın kayın ağacında teselli bulurdu. Kardeşler arasındaki hırgür, Fransızlarla savaş tehdidi veya romana oturmayan bir karakterin inatçılığına karşın çiçekler her bahar açıyordu. 1811’in Mayıs ayının son gününde kız kardeşine yazdığı mektupta, “Ağaçlardan birinde bir kayısı görmüşler,” diyordu. Bu dedikodu ya da eğlence olsun diye verilmiş öylesine bir haber olmanın ötesinde, hayatın ebedi işaretlerine bir selamdır. Austen, Chawton bahçesinde Pope’un mükemmel evrenini görebiliyordu; bu hakikat, insan işleri gibi müphem, kusurlu ve geçici değildi. Bu da onun sessiz inancını; ön planda süregiden hareketliliğin arkasındaki kalıcı zemini pekiştiriyordu. Austen içli mektuplar yazmıyor olsa da avutulmaya ihtiyaç duyuyordu. “Bırakalım diğer kalemler suç ve sefaleti yazsın,” diye yazmıştı Mansfield Park’ta. “Ben bu tiksinti verici konuları bırakıp herkese hoş görülebilir bir avuntu sunmak için sabırsızlanıyorum.” Bu satırlarda bir tutam Austen ironisi bulunsa da, o yine de bunları yazarken ciddiydi: Yayımlanan romanları daima mutlu sonla bitmişti, Marianne Dashwood albayına kavuşuyordu. Yazar, psikolojik, toplumsal ve ekonomik gerçeklerin farkında olmakla birlikte bir teselli (Pope’un metafizik maskesi altında “hoş görülebilir bir avuntu”) aramaktan ve sunmaktan memnundu. Austen, tanrıbilimci Augustinus’un tarif ettiği “insan aklının şeylerin doğasıyla bir tür hasbıhale girmeye yaklaştığı durumları” yeniden keşfediyordu. Bunlar, tohum atmak, çiçek dikmek, ağaç aşılamaktı. Chawton bahçesi şimdilerde “büyük resim” olarak adlandırılan bir hayat dersiydi ama Jane Austen bunun zevkine küçük bir ölçekte varıyordu.
Marcel Proust: Yatak Odasında Bonsai
“Şu cüce Japon ağaçları… Odamda bunlardan birkaçını küçük bir su kaynağının yanına yerleştirsem, içinde çocukların yolunu kaybedeceği, nehre kadar uzanan kocaman bir ormanım olur.”
“Sana vereceğim üç küçük çirkin Japon ağacım var hâlâ. Bir yerde satışa çıkarıldıklarını görünce sözde sekreterimi onları almaya yolladım. Onları görmek ne büyük hayal kırıklığıydı! Neyse ki güzelleşecekler, öyle yaşlı ve küçükler ki.”
Uzun ayaklı bir başucu lambası dışında, birinci kattaki dairenin yatak odası karanlık; kepenkler kapalı, mavi saten perdeler çekilmiş. Küçük bir pirinç karyolanın üzeri silme kâğıt kaplı, her bir kâğıt parçasının üzeri sismograma benzeyen dağınık bir el yazısıyla dolu. Gür siyah sakalı ve yünlü iç çamaşırları, beyaz pijama üstü ve kalın çoraplarıyla Marcel Proust; henüz tam ünlü olmamış fakat olma yolunda. Henüz otuz altısındaki genç yazar hırıltılı bir biçimde soluyor, kronik astımı odanın tozu ve kirli çarşaflar yüzünden (biyografi yazarı Richard Barker diplomatik bir dille çarşafların temizlikten çok uzak olduğunu yazmış) iyice kötülemiş. Belki de oda bayat yiyecek ve sidik kokuyordu; arkadaşı Robert de Montesquiou, tipik acımasızlığıyla, “reçel kavanozları ve lazımlık” diye belirtmiş. Belki de oda günler önce çöken baca yüzünden hâlâ kirliydi. Proust, “Çok güzel ve çok tuhaf bir nesne” olarak tanımladığı güneşin ışınlarından hiç rahatsız olmadan çalışmaya hazırdı.
1907’de Paris’teki bu soğuk Mart gecesinde Proust henüz magnum opus’unu16, yani Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmıyordu. Bir arkadaşının şiir kitabına tanıtım yazısı yazıyordu: Kontes Anna de Noailles’in Dazzlings (Göz Kamaşması) adlı kitabı. Bir ya da birkaç gün önce Noailles’in kendisine postayla yolladığı kitabı daha yeni okuyup bitirmişti.
Marcel, şairin başarısını fark etmekte ve tarif etmekte hiç zorlanmıyor; onu Voltaire, Victor Hugo ve Arthur Baudelaire gibi şairlerle aynı kefeye koyuyordu (ancak tarih onunla aynı fikirde olmadı). Yazısının ilk taslağını üç saatte yazmıştı. Onun hesabına göre on altı bin kelimeydi; bundan sonraki üç ayını, Le Figaro’nun ön sayfasında yayımlatma ümidiyle, yazıyı kısaltmakla geçirdi. Mamafih, son nüshası epeyce kırpılmış olarak haziran ortalarında Le Figaro’nun edebiyat ekinde çıktı (“Ebedi unutuluşu tatmak” demişti Proust). Yine de yazısı ölçülü ve açıklayıcıydı. Proust henüz Kayıp Zamanın İzinde eserindeki o unutulmaz sihri keşfetmemiş olsa da, Noailles’in şiirleriyle ilgili incelemesi, büyük bir zihnin o efsanevi saplantısının ilk notalarını mırıldandığını gösteriyor. Bu incelemede, diğer deneme ve edebiyat parodilerinde olduğu gibi sanat meraklısı aylak Marcel, mit ile nutuğun o efsanevi yaratığına dönüşüyordu: Proust, büyük modern yazar.
Yazarken yanında, kendi sözleriyle üç “sefil ve çirkin” Japon bonsaisi duruyordu; genç sekreteri Robert Ulrich’i bunları