Austen, Bath kentinde gezintilerle, sosyalleşmeyle, kaplıcalara gitmekle ya da “Jane Teyze”nin gündelik işleriyle meşgul olurken “yazar sesi”ni kaybetti. Onun yazar sesi Steventon’da kalmıştı. En büyük ağabeyi James ve (Jane’in sevmediği) ikinci karısı Mary çok geçmeden buraya yerleşmişti bile. Bir zamanlar hayat dolu olan mektupları, Austen’ın depresif olmasa bile sönük olan bir portresini çizmekteydi artık.
Özel bir bahçeye kavuştuğu zaman, Austen’ın o her zamanki enerjisi ve üretkenliği geri geldi. 1806’da dul kalan annesi ve kız kardeşiyle yeni bir eve taşındı. Ev, Hampshire kıyısında, Southampton, Castle Square’deydi. Jane’in sonraki mektuplarının bazıları, birtakım ufak tefek küçümseyici lafların yanı sıra manzaraya duyduğu hayranlıkla parlamaktadır. Tüm içliliği ve huysuzluğuna rağmen, kendi topraklarındaydı.
Ertesi yılın şubat ayında, Cassandra’ya, ilginç olduğunu umduğu uzun bir mektup kaleme aldı. Mektubun son satırlarında, “Sana güzel bir mektup yazdığımı düşünerek seviniyorum,” diye yazıyordu, “fakat sevgili Dr. Johnson7 gibi, gerçeklerden çok fikirleri dile getirdim sanırım.” Austen elbette bu mektubun çoğunda yakınıyordu. Cassandra’nın Southampton’a dönmekte geciktiğinden yakınıyordu. Başkaları bebek sahibi olup sevgili edinirken kendisinin bunları yapmadığını dile getiriyordu. Dilbalığı (ya da pazarda bulunmayışı hakkında) mızmızlanıyordu. İngiltere’de mahcubiyetin kaybı ve yerini özgüvenin almasından şikâyet ediyordu. Austen’ın mektuplarında Monty Python’vari8 bir hava vardı: “Siz balık mı yediniz? Bu bir lüks. Biz kömürü tuzlayıp tekir niyetine yedik,” tarzı bir bakış açısı ve espri anlayışı.
Mektuptaki tüm bu homurdanma ve cadalozluğun arasında harika bir paragraf da var. Bath mektuplarının çoğunda bulunmayan sessiz bir taşkınlık; kinizm ve alaycılığın bulaşmadığı oyuncu bir dil, onun ruh halindeki değişimle ilgili ipuçları veriyordu. Castle Square’deki bahçeyi tasvir eden bu paragrafta, Jane Austen’ın iç yaşantısına dair bir şeyler yakalamak mümkün. Kadın yazarın (kendisinden çoğunlukla bu şekilde söz ediyordu) kendi sözlerini alıntılayalım:
Bahçemize, dikkat çekecek derecede iyi bir karaktere ve güzel yüz hatlarına sahip bir adam bakıyor ve bir dediğimizi iki etmiyor. Çakıllı yürüme yolunun kenarındaki gül ve yabangüllerinin vasat bir tür olduğunu söylüyor; daha iyi cinslerden almalıymışız. Benim arzum üzerine, bize leylak alacak. Cowper’ın 9 dizeleri dururken ben leylaksız yapamam. Ayrıca akasya almaktan da söz ettik. Teras duvarının altındaki tarha frenküzümü ile bektaşiüzümü dikilecek, ahududu için de çok uygun bir köşe bulundu.
Bu satırlarda, Jane’in bahçeyle ilgili yalın ve içten hevesliliği göz dolduruyor. Leylak veya filbahriden söz ederken, William Cowper’ın şiiri (“Akasya, zengin/ Sarı bir nehir; leylak, fildişi saflığında”) ile kendi bahçesinin keyiflerini zahmetsizce birbirine bağlıyor. Neşeli ve sade. Castle Square’in, “şehrin en iyi bahçesi” olarak bilindiğinden söz ederken gururu elle tutulur bir hal alıyor.
Jane son evi olan Chawton Çiftliği’nde yaşar ve son romanları üzerinde çalışırken yazdığı mektuplara bu sade ve keyifli ton hâkimdi. Jane henüz görmediği eve taşınmadan önce, erkek kardeşine yazmıştı. “Mutfak bahçesi nasıl?” diye soruyordu, ev ekonomisiyle özel ilgi alanını birleştirmişti. Taşınmadan önce çimlerin biçilmesi gerektiğinden söz ediyordu. 1811 yılı baharının sonlarına doğru eve taşındığında Austen, Kent’te yaşayan Cassandra’ya yazıp ona Hampshire’daki yaşantısının bir portresini çizdi. Yeni doğanlar, hastalıklar, skandal evlilikler ve havanın yanı sıra bahçede gözlemlediği değişimleri anlattı. Çiçekler güzel açıyordu, fakat Cassandra’nın Kent’teki muhabbetçiçeği “berbat vaziyetteydi”. (Jane kız kardeşiyle kendi arasında sık sık böyle kıyaslamalara girişirdi; kısmen onu özlediği, kısmen de belki kendi bahçıvanlığıyla gurur duyduğu içindi bu.) Erikler yoldaydı, Cowper’ın leylakları ise (belli ki, leylaklar Southampton’a olduğu gibi Chawton’a da dikilmişti) açmak üzereydi. Austen, bahardaki bir İngiliz çiftlik bahçesinin cazip bir resmini çiziyordu. “Göknarın altındaki genç şakayığımız daha yeni açtı ve çok güzel görünüyor,” diye yazmıştı, “fundalık yakında karanfil ve hüsnüyusuflarla şenlenecek, çoktan açmış olan düğünçiçekleri ise cabası.” Mektubun geri kalan kısmında Austen aile ziyaretleri, sağlık konuları ve bahar fırtınalarından söz ediyordu.
Üç yıl sonra, erkek kardeşi Henry’nin Londra’daki evinde kalırken, bahçeler Austen’ı yine büyülüyordu. 1813’de, Hans Place, Londra’nın kırsalındaydı ama taşra sayılmazdı. Büyük evler, iyi bir okul ve şık bahçeler vardı; hepsi de Londra’ya yürüme mesafesindeydi (Jane alışveriş için yürüyerek oraya gidiyordu). Henry Austen’ın konutu, geniş topraklara sahip bir malikâne olmamakla birlikte hiç de fena sayılmazdı (o sıralar Henry hali vakti yerinde bir bankacıydı). Jane evin genişliği ve sıcak atmosferini övdükten sonra, “Bahçe bir harika,” diye yazmıştı.
Bu mektuplarda, Austen’ın derin doğa sevgisi ve doğadan aldığı keyif seziliyordu. Neşesinin ne kadarının Bath’ten ayrılmasından kaynaklandığını kestirmek güç; nerede olduğundan çok nerede olmadığı önemliydi sanki. Yine de, okuru olarak Jane Austen’ı böyle düpedüz neşeli görmek rahatlatıcı.
Yaşamındaki değişikliklerle birlikte, farklı ruh halleri hayatına damgasını vuruyor; belli tema ve tonlar hayatını renklendiriyordu. Jane Austen’ın Bath’teki yaşamına, çocukken yatılı okulda kaldığı zaman olduğu gibi, kaderine boyun eğmişlik ve tatminsizlik hâkimdi. Ancak Castle Square, Hans Place ve Chawton Çiftliği’nin bahçelerinde hayata hevesle yaklaşıyordu. Artık Austen hislerini ve hayal gücünü içine atmak zorunda değildi.
Chawton’daki filbahri ile akasyadan söz etmesi bu anlamda önemli. Mektuplarında, her zamanki sıkıntıları ile gündelik işlerden bahseden satırların arasında bu sözler iyimserlik yayıyor. Jane’in, kız kardeşine ait soğukta kalmış saksı çiçeklerini sıcacık yemek salonuna taşıdığını okuduğumuzda sakin, huzurlu bir ev keyfine; günlük hayatı şekillendiren rutin ve hareketlere şahit oluyoruz. Ve bu sade bahçıvanlık işlerini ilk aşkı olan yazmakla birleştirdiğini görüyoruz. Bu, Austen’ın hayattaki öncelikleriyle ilgili önemli bir ipucu. Yazmayı çok seviyordu, fakat bahçe onun kendini iyi hissetmesinde önemli bir role sahipti. Bahçe onun moralini yükseltiyor ve üretken bir biçimde yazmasına yardımcı oluyordu. Peki ama nasıl?
Onun romanlarından başlamak en doğrusu. Yalnız bir konuda dikkatli olmak lazım: Austen, romanlarındaki kahramanlar değildi; Sir Walter Scott’ın onun romanlarında gördüğü “genç hanım” değildi. Yazarla karakteri bir arada düşünmek işimize gelir. Özellikle de onun romanlarındaki genç hanımlar zeki, bekâr ve taşralı olduğu için. Ne var ki Austen’ın hayatı boyunca yayımlanan altı romanındaki kadın kahramanlarından hiçbiri, yazarıyla kolaylıkla özdeşleştirilemez. Austen’da, Elizabeth’in sivri dilliliğini bulabiliriz ama Elizabeth gibi topluluk içinde cüretkâr davranmaz. Elinor’un sağduyusuna sahiptir ama onun gibi aklı felç edecek derecede tedbirli değildir; Catherine gibi edebiyat âşığıdır ama onun gotik zevkini paylaşmaz; Fanny gibi hürmetlidir ama onun gibi kılı kırk yarmaz; Emma gibi çöpçatandır ama onun gibi kendini beğenmişlik taslamaz; Anne gibi yalnızdır ama onun gibi romantik değildir. Kısacası, Jane Austen kendisini Gurur ve Önyargı