Jane Austen: Chawton Çiftliği’nin Sunduğu Avuntular
“Sağlığım oldukça yerinde ve Bahçede bol bol çalışıyorum.”
“Biraz sessizlik lüksümüz olsun.”
Sene 1811, East Hampshire’da bir Mayıs sabahı. Jane Austen’ın Orleans erikleri tomurcuk açmış. Jane Austen’ın mektupları ile akrabalarının anılarından edindiğim izlenimle, yazarı, en sevdiği köşesinde otururken hayal ediyorum. Çiftlik evinin ön kapısına yakın duran on iki kenarlı küçük ceviz masaya oturmuş, önündeki küçük sayfalara yazıyor. Ön kapının gıcırdamasıyla sayfaları bir yere sıkıştırıyor. O gün, sessizlik olmasa da ailesi onu kendi haline bırakmış. Sayfalar küçük el yazısıyla doluyor: Kalemini mürekkebe daldırıyor, eli bir müddet havada asılı kalıyor, bir şeyler çiziktiriyor, üstünü çiziyor, yazıyor, kalemi mürekkebe daldırıyor. Hızlı hızlı çalışıyor, çünkü çok az boş vakti var; iyice yoğunlaşıyor, çünkü kendisine ait sessiz bir çalışma odası yok. Kuştüyü kalemini sık sık elinden bırakıp bir hayali gözünde canlandırıyor. Bu hayalde Fanny Price, çapkın Henry Crawford’ın karşısında tir tir titriyor ya da tiyatronun acımasızlığından endişe duyuyor. Sonra kalemi eline alıyor ve tekrar yazmaya koyuluyor. Sonunda, içeride yemek pişirilir ve temizlik yapılırken çıkarılan sesler ve konuşmalar fazla gelmeye başlıyor. Romanındaki ana ve yan temalar bundan zarar görüyor. Tencere tava sesleri, hizmetçilerin gevezelikleri kulak tırmalıyor ve gözleri yanıyor. Bu kadar yeter. Austen kalemini mürekkep hokkasına bırakıp Chawton Çiftliği’nin bahçesinde dolaşmaya çıkıyor.
Sıkış tıkış yemek salonundan bir an için uzaklaşmış oluyor. Hava daha taze, ışık daha parlak. Kıpırdayacak yer var. Mektuplarında yazdığına göre Austen, filbahri çalısının beyaz taçyapraklarına ve baygın kokusuna dikkat kesiliyor. Asya’dan getirtilen şakayık yine çiçek açmış. Görmediklerini ise hayal ediyor: karanfiller, hüsnüyusuf, düğünçiçeği ile erik ağacının çiçekleri. Usul usul yürüyor, çevresine dikkatle bakıyor, derin derin nefesler alıyor. Fakat bu uzun sürmüyor; Austen’ın öğleden sonra yapması gereken günlük işler var. Henüz bitiremediği romanı ise yemek salonundan onu çağırıyor. O kendine özgü kararlı yürüyüşüyle içeri girerken, bu kadarcık bir sürede bile bahçenin ona iyi geldiğini fark ediyor. Küçücük çalışma masasına tazelenmiş olarak geri dönüyor; ona iyi gelen şey, bol miktarda bulunan kitaplar ile dedikodudan ziyade Chawton’ın meyve ağaçları arasında yaptığı kısa gezinti, kesilmiş çimenler ve egzotik çiçekler.
Böyle bir çalışma rutiniyle Jane Austen, son üç romanını yaklaşık dört yılda yazdı. Bunlar İngiliz edebiyatının en sevilen eserleriydi: Mansfield Parkı, Emma ve İkna. Hastalığına, evdeki işlerine ve ailesiyle tatlı acı ilişkilerine rağmen Austen, küçücük masasında çiziktirmeye ve benzersiz karakterlerini yaratmaya devam etti.
Jane Austen her zaman bu kadar üretken değildi. Bahçenin olmadığı zamanlarda yazarlığı sekteye uğramıştı. Aralık 1800’de, tam da yirmi beşinci yaşına girdiği ay, yazmayı bıraktı ve on yıl boyunca yazmadı. Kaleme aldığı mektuplar oldu elbette, günümüze çok azı ulaşmış olsa da, belki de binlerce mektup yazdı. Ne var ki romanlarına neredeyse hiç dokunmadı. Susan’ı hiç de ileri görüşlü olmayan bir yayınevine sattı, bu yayıncı (10£ karşılığında) kitabı raflarına koydu. Yeni bir roman yazmaya çalıştı: The Watsons (Watson’lar). Fakat romanın kasvetli ve küskün hikâyesi hiç yol almadı. 1800-1809 yılları arasında, Austen’ın kitapları kamusal ve özel hafızalardan silindi. Edebiyat eleştirmeni FR Leavis’in “ilk modern romancı” dediği kadın, artık neredeyse hiçbir şey yazmıyordu.
Jane’in sessizliğinin ardında dört harfli bir yer vardı: Bath. 1800 yılının Aralık ayında, yaşlanan anne-babası emekli oldu. Babası Papaz George Austen ile annesi, hiç evlenmemiş kızları Cassandra ve Jane’le birlikte, batı kıyısındaki Bath kentine taşınmaya karar verdiler. Roma döneminden kalan bu kent, yepyeni bir favori tatil mekânı ve kaplıca merkeziydi. Aristokratlar ve zenginler burada tatil yapar, denize ve kaplıcaya gider, kaplıca salonlarında5 dedikodu yapardı. Kent, mimari ve arkeolojik yönden heyecan vericiydi. Bath taşından yapılmış muazzam otel ve dükkânların hemen yanı başında Roma dönemi kalıntıları duruyordu. Bath’in kentli hoşlukları, civarda yapılabilecek kır gezintilerinin cazibesiyle dengeleniyordu. Civardaki Prior Park ve mağarası, Palladian köprüsü ve vahşi doğası, yürüyüş yapılabilecek yerler arasındaydı. Samuel Johnson’ın biyografisini yazan James Boswell, Bath’in dünyadaki en güzel yer olduğunu, çünkü hiç yorulmadan hem cemiyet hayatının hem de kır gezintilerinin tadını çıkarabileceğinizi yazmıştır. Pek çokları için Bath, capcanlı, güzel bir kentti. Londra’nın pisliği ve dağınıklığından uzakta, modern dünyanın tüm konfor ve eğlencelerini sunuyordu.
Jane Austen, Bath’i ziyaret etmekten memnun kalmış olabilir. Ama orada yaşamaktan nefret etti. Güneş ışığında bile çirkin göründüğünü düşünüyordu. Kentteki ilk yılında kız kardeşine, “Bath’in güzel havalardaki görünüşü benim beklentilerimi karşılamıyor,” diye yazmıştı. “Galiba yağmurda her şeyi daha net görüyorum.” Hiç bitmeyen balo ve davetlerinden, flörtçü havasından ve taşından hoşlanmıyordu. İkna romanında bundan “beyaz ışık parlaması” diye söz etmişti.
Bath erdemli ve sessiz bir yer dahi olsa, yine de bir eksiği olacaktı: Burası onun Hampshire kırsalındaki memleketi değildi, burada, kendine ait bir bahçesi yoktu. Burası onun doğup büyüdüğü ve ilk üç romanını yazdığı Steventon değildi. Okul için gittiği ve ona sürgün gibi gelen iki kısa zaman dilimi dışında, çeyrek yüzyılı, yani tüm hayatını Steventon’da geçirmişti. Tarım arazileriyle çevrili küçük bir köy olan Steventon olsa olsa otuz aile ile birlikte tavuk, inek, at, koyun ve domuzların yaşadığı bir yerdi. Jane’in babası George, hem papaz hem de köyün erkek çocuklarının öğretmeniydi. (Bunların arasında Jane’in beş erkek kardeşi de vardı.) Batı’ya yapılan bir seyahatin “telaşı” ve bir sahil kentinde yaşamak Jane Austen’ı heyecanlandırmış olsa dahi, Austen yine de bir kayıp hissi yaşıyordu.
Hampshire kırsalı Arcadia6 değildi: Buz gibi, ıssız ve sıkıcıydı. Hiç şüphesiz, köyün küçüklüğü ve yalıtılmışlığı Austen’ın geniş hayal gücünü boğmuştur. Buradan ayrılmadan önce, Cassandra’ya köyünün artık kendisine sıkıcı geldiğini yazmıştı. Fakat bu gerçek bir şikâyetten çok bir ironi ya da nazlanmaydı. Steventon onun yuvasıydı, Jane Austen’ın medeni ve soylu bir hayattan anladığı şeyi ona sunmuştu. Köyünün sıcaklığı, havadarlığı ve günlük rutinleri ona iyi geliyordu. Biyografisini yazan Claire Tomalin’e göre, “Günlük ev işleri, bahçedeki günlük yürüyüşler… Hep aynı ses ve sessizlikler; bu