İşte bu iki temel ilke, yani insan ile doğa, felsefi açıdan kışkırtıcıdır. Devamlı olarak düşünmeye davet eder, çünkü her ikisi için de nihai ve sabit bir tanım yoktur.
Mesela, “doğa” aldatıcı bir biçimde sıradan bir kelimedir; bu kelimenin aşinalığı onun çoğulluğunu ve belirsizliğini maskeler. Bu kelime, gerçekliğin tamamına; fiziksel şeylere ve ilkelere; hayata ve insanlarda alışılagelmiş şeylere işaret eder. Yine de en geniş anlamıyla bile doğa, tam olarak kavranamayan, belli bir tanıma sığmayan bir şeydir. Filozof Heraklitos’un, Aristoteles’in doğumundan yüz yıl önce belirttiği gibi, “physis saklanmayı sever.” Physis, oluşum anlamındaki doğa için kullanılmış Yunanca kelimedir. “Fizik” ve “fiziksel” kelimeleri buradan türemiştir. Doğa “saklanır”; insan anlam üreten bir varlıktır ama evrenin kendisi anlamsızdır. Evrenin “yasaları”ndan söz etmek yanıltıcıdır, çünkü doğanın işleyişini yorumlayan evrensel bir yasa koyucu olduğunu ima eder. Doğanın belli düzenleri ve belli bir ritmi vardır; filozof Alfred North Whitehead bunu doğanın “geçici alışkanlıkları” olarak tanımlamıştı. Ama doğanın ne yasaları ne de yasa koyucusu yoktur; doğa sadece vardır. Doğanın aksine, insan her zaman bilinçli ya da bilinçsiz olarak neyin “ne” olduğuyla ilgili bir bakış açısı edinir. Örneğin Aristoteles doğayı büyüyen ve hareket eden bir organizma olarak görüyordu. Eflatun’un doğaya bakışı ise onun ilahi tasarım olduğu yönündeydi; Epikür’e göre doğadaki her şey atomların rasgele hareketlerinden oluşmuştu. Dolayısıyla, doğa kendisi hakkındaki bütün yorumları emen felsefi bir süngerdir. Ama bunu eksiksiz bir biçimde yapamaz, çünkü her yorum kısmidir ve çıkarımlara dayanır; bizim kavramlaştırmamızın ötesinde daima daha fazlası vardır. Kısmen Heraklitos’un physis kavramından esinlenen Alman filozof Martin Heidegger, insan gerçekliğini “aydınlık veya açıklık” anlamında Lichtung olarak tanımlamıştır. Heidegger’in ormanlık alandaki bir açıklığa işaret eden bu mecazı kullanması, onun iflah olmaz modernite karşıtlığından ileri gelir. Ama bu uygun bir mecazdır. Physis’te olduğu gibi doğa bizim için beliren bir şeydir; tıpkı karanlık bir ormanda bir anda aydınlık bir açıklığın belirmesi gibi. Ama karanlık hep vardır: Doğanın büyük bir kısmını insanın algılaması ve tanımlaması mümkün değildir. Hakikat, kesinlik içeren tanım ve hesaplamalar kümesi olmaktan çok ezeli bir gidiş geliştir: Doğa açılır ve saklanır, doğa karşımıza çıkar ve unutulur, doğa yaratılır ve yok edilir. Doğanın “ne” olduğuyla ilgili söylenecek son bir söz yoktur.
Tam da bu yüzden insan da bir bulmacadır. Varoluşumuz bir muammadır, çünkü insan doğası evrensel ve ebedi değildir; kendimize karşı saydam değiliz. Sadece doğa yok, ikinci bir doğa daha var; birincisi var olan, ikincisi ise yaratılan doğadır. Bununla birlikte, insana atfettiğimiz anlam da belirsizlik içerir ve kesin değildir. Sofokles’in Kral Oedipus tragedyasında, Sfenks’in krala sorduğu bilmecede kapalı kalan noktalar bunlardı. Sfenks’in “Sabahları dört ayağı, öğlen iki ayağı ve akşamları üç ayağı ile yürüyen ama sesi olan şey nedir?” sorusunun cevabı, “insan”dı. Yanıltıcı bir biçimde, basit bir cevaptı bu. Türümüz devam ediyor ama biz devamlı değişiyoruz. Bireyler ve toplumlar olarak sürekli inşa halindeyiz, sürekli olarak yeni bakış açıları kazanıyor, yeni rotalar çiziyoruz. Ve bunların hiçbiri tam olarak kesin değil. Zavallı Oedipus, tüm bilgeliğine rağmen kendisine karşı trajik bir biçimde kördü. Roberto Calasso’nun Kadmos ile Harmonia’nın Düğünü adlı eserinde belirttiği gibi, “Sfenks, şifresi çözülemeyen insan doğasının, belli bir tanıma sığmayan, çok biçimli yapısına atfen, yine kaçamaklı ve çok biçimli bir tanımlama yapmıştır. Sfenks’in yanına gelen Oedipus, Sfenks’in bilmecesini çözmüş ancak bu kez kendisi bir bilmece olmuştur.” Calasso’nunki, Nietzsche, Heidegger ve Sartre’ı yankılayan modern bir çözümlemedir. Yine de, şüphe Aristoteles’ten önce de vardı ve Yunan tragedyalarında, felsefede olduğundan daha güçlü bir biçimde dile getiriliyordu: İnsan bitmek bilmeyen bir sorudur, bir yanıt değil.
Doğa ile insan bilmecesi bahçede bir araya gelir. Bu sebeple, bahçenin felsefede bir karşılığı vardır. Bahçe, evrene ve varoluşa dair fikirlere esin kaynağı olur; tarihi değerler, politik fikirler ve günlük hayat akışıyla şekillenir. Bahçe, doğanın insanlaştırılmış halidir. Fakat ona baktığımızda kendimizden başka bir şey de görürüz. Onda insan olmayan bir şeyin, bilince sığmayan, düşünmeyen bir evrenin gizli imasını da görürüz. Bu bizim dışımızdadır ve Aristotales’in şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, bitkilerin “gizli yaşamı”nda saklıdır. Ama aynı zamanda içimizdedir: İçgüdü ve alışkanlıkların kör ve karanlık güçleri, insan tininin doğaya gereksinim duymasına yol açar. Bahçe, bunu kendi içimizde hissedebileceğimiz şekilde açığa vurur. Aristoteles’in tasavvurları bir yana, o aslında insanın cismani bir varlık olduğunun farkındaydı: Fikirler fiziksel yolla akla gelir ve ifade edilir. Fikirler, bitkiler ya da taşlar gibi organik ya da temel bir biçim aldığında bu daha da belirgin hale gelir. Bahçe; temel kavramlara canlılık, devingenlik, yoğunluk ve ağırlık kazandırır.
Bahçelerin halen kutsal bir havasının olması, insana kattığı bu zihinsel ve duyusal zenginlik sebebiyledir. Lyceum’un “kurt tanrı” tapınaklarından Budist manastırlarına ve ortaçağ katedrallerine kadar birçok dini yapının yanında bahçeler bulunur. Bahçe aslında sadece tanrısal veya ruhani bir olgu değildir. Bahçe daha temel güdülere dayanır: Doğanın bir parçasını ayırmak ve onu diğer yerlerden ayrıştırmak gibi. İngilizce sacred (kutsal) sözcüğünün kökeninde de bunu görebiliriz: Hint-Avrupa dil ailesinde sak, ayırmak, sınır çizmek, bölmek anlamına gelir. Kutsal kelimesinin zıddı “dünyevi” değil, “sıradan”dır. Kutsal olan, sıradan olandan ayrılmış, ayrıştırılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, bahçe ilk kutsal alanlardan biridir, ondan önce Lyceum gibi korular vardı. Bahçe tamamen doğal olan yerlerden ve insan yoğunluğunun olduğu yerlerden ayrılmış ama aynı zamanda doğa ile insanı bir araya getirmiştir. Tamamen dünyevi olsa da, etrafını çeviren duvar ve çitler “sağduyu”dan4 kopuşu sembolize eder. Bir başka deyişle bahçe, felsefeye davettir.
Düşünmek sadece akademisyenlere mahsus olmadığına göre, bu sadece filozoflara çıkarılmış bir davet değildir. Yunanlardan itibaren, amatör anlamda felsefenin uzun bir geleneği vardır; felsefe, felsefe seminerlerinde olduğu kadar edebiyatta, şiirde ve güzel sanatlarda da gelişimini sürdürmüştür. Felsefenin mutlaka üniversitelerde yapılması gerekmez, felsefenin ihtiyacı olan şey, insan toplulukları ile tenhalığın dengelenebileceği bir ortamdır. Aristoteles’in Lyceum’unda olduğu gibi, bahçe zihnin yaşantısının eşlikçisidir. Estetik açıdan, çeşitli zevklere hitap eder: rengârenk veya yumuşak tonlarda, geometrik veya yılankavi, süslü veya yalın. Daha da önemlisi, dikkatimizi dağıtan uyaranların hızlanarak arttığı bir çağda, bahçe biraz yavaşlamak, dikkatlice bakmak ve cesurca düşünmek için bir fırsattır; zihin dağınıklığının panzehiridir. Aristoteles, Metafizik adlı eserinde, “İnsan ırkı sanatla ve düşünceyle yaşar,” diye yazmıştı. Aradan geçen iki bin yıldan sonra bahçe hâlâ, bu ikisine ortam sağlayan ender mekânlardan biridir.
Bahçeler çok güzel olabilir, bazen öyle güzel olurlar ki nefesiniz kesilir. Bahçe insanı avutur, sakinleştirir, moralini yükseltir. Fakat bazen de bozguna uğratır ve kışkırtır; bahçenin felsefi değeri de buradan gelir. Bahçe daima düzen ile karmaşa, yeşerme ile çürüme, bilinç ile bilinçsizlik, hareketsizlik ile canlılık arasındaki çatışmayı açığa çıkarır.