“Demek Svedberg bunları çalmakla suçlandı?”
“Hayır, görevini tam olarak yerine getirmemekten aslında ama ona güvenilmediği belliydi.”
“Sonra ne olmuştu?”
“Svedberg buna çok içerlemiş ve odasındaki her şeyi paramparça etmişti.”
“İkonalar bulundu mu?” diye sordu Höglund.
“Hayır ama kimse Svedberg’in çaldığını da kanıtlayamadı. Soyguncular da içeri atıldılar.”
“Ama Svedberg buna çok içerledi, öyle mi?”
“Evet.”
“Ne yazık ki bu bir işimize yaramaz. Svedberg kendi evini darmadağın ediyor ama sonra ne oluyor?”
“Bilmiyoruz,” dedi Wallander.
Oturma odasından çıktılar.
“Svedberg’in tehdit aldığını duydun mu hiç?” diye sordu hole geldiklerinde Wallander.
“Hayır.”
“Tehdit edilen var mı?”
“Bunun nasıl olduğunu bilirsin, garip ve imzasız mektuplar ve kimliği belirlenemeyen telefonlar işimizin bir parçası oldu artık,” diye karşılık verdi. “Ama bunlar doğal olarak kayıtlarda var zaten.”
“Son zamanlardaki kayıtlara bir baksana,” diye önerdi Wallander. “Ayrıca Svedberg’e gazete getiren kişiyle de konuşmanı istiyorum.”
Höglund, Wallander’in söylediklerini not defterine yazdı.
“Şu lanet teleskop nerede?” dedi Wallander.
“Louise adındaki kadını nasıl bulacağız?” diye sordu Höglund merakla.
Wallander sokak kapısını açtı.
“Silahın Svedberg’e ait olmadığından emin olabiliriz,” dedi Höglund. “Kayıtlı silahı yoktu.”
“Bunu bilmek iyi oldu.”
Höglund basamakları inmeye başladı. Wallander mutfağa döndü. Bir bardak su içtikten sonra bir şeyler yemesi gerektiğini düşündü. Yorulmuştu. Başını duvara dayadı, gözlerini kapatıp uykuya daldı.
Düşünde kendini karla kaplı dağlarla çevrili bir yerde gördü. Güneş pırıl pırıldı. Kayak takımı, Svedberg’in bodrum katında gördüklerine benziyordu. Gittikçe daha hızlı gidiyordu ve dümdüz kalın bir sis tabakasına doğru ilerliyordu. Aniden önünde bir uçurum açıldı.
Wallander şaşkınlıkla uyandı. Mutfak saatine bakınca topu topu on bir dakika uyuduğunu fark etti.
Kıpırdamadan durarak sessizliği dinledi. Birden telefon sesiyle irkildi. Martinson arıyordu.
“Orada olacağını tahmin etmiştim.”
“Bir şey mi oldu?”
“Eva Hillström beni yine görmeye geldi.”
“Ne istiyormuş?”
“Bir şey yapmazsak olayı basına taşıyacağını söyledi.”
Wallander bu sözleri yanıtlamadan önce bir an durdu. “Ben galiba bu sabah olayı yanlış yönlendirdim,” dedi. “Bunu yarın sabah toplantıda gündeme getirmeyi düşünüyordum.”
“Neyi?”
“Doğal olarak Svedberg önceliğimiz, ama kayboldukları söylenen o gençleri de göz ardı edemeyiz. Bir şekilde her iki mesele için de zaman ayırmalıyız.”
“Bunu nasıl yapacağız?”
“Bilmiyorum, ama işlerimizin bu denli yoğun olması ilk kez başımıza gelmiyor.”
“Bayan Hillström’e seninle konuştuktan sonra onu arayacağıma söz vermiştim.”
“Güzel. Onu sakinleştirmeye çalış. Meseleyle ilgileneceğiz.”
“Buraya gelecek misin?”
“Biraz sonra. Önce Ylva Brink’i görmeliyim.”
“Svedberg cinayetini çözebilecek miyiz dersin?”
Wallander, Martinson’un kaygılarını anlayabiliyordu.
“Evet,” dedi. “Elbette çözeceğiz, ama çok karmaşık şeyler çıkabilir karşımıza.”
Telefonu kapattı. Pencerenin önünden birkaç güvercin uçarak geçti. Birden Wallander’in aklına bir şey geldi.
Höglund cinayette kullanılan silahın Svedberg adına kayıtlı olmadığını söylemişti. Bu da Svedberg’in silahı olmadığı anlamına geliyordu ama gerçek böylesine mantıklı olmayabilirdi. İsveç’te ruhsatsız birçok silah vardı. Bu da polisin çaresini bulamadığı sorunlardan biriydi. Bir polisin de sıradan bir vatandaş gibi ruhsatsız bir silaha sahip olması olası değil miydi? Bunun anlamı neydi? Silah ya gerçekten Svedberg’e aitse? Wallander içindeki yoğun tedirginlik duygusunu yeniden hissetti. Telaşla yerinden kalkıp dışarı çıktı.
8
István Kecskeméti başarısız bir devrimden sonra ülkelerinden ayrılmaya zorlanan Macar göçmenlerle birlikte 40 yıl önce İsveç’e gelmişti. Üç küçük kardeşi ve ebeveyniyle Trelleborg’a geldiğinde on dört yaşındaydı. Mühendis olan babası 1920’li yılların sonuna doğru Stockholm’ün hemen dışındaki Separatör fabrikalarını ziyaret etmişti. Orada kendine uygun bir iş bulmayı ümit etmişti. Ne var ki Trelleborg’dan öteye gidememişlerdi. Feribot terminalinin dik merdivenlerini tırmanırken kalp krizi geçirmişti. İsveç topraklarıyla ikinci karşılaşmasıysa bedeninin ıslak asfalta düşmesiyle gerçekleşmişti. Trelleborg mezarlığında toprağa verilmişti. Ailesi Skåne’de kalmıştı ve István şimdi 54 yaşındaydı. Ystad’da, Hamn Caddesi’ndeki pizzacılardan birinin hem sahibi hem de müdürüydü.
Wallander, István’ın öyküsünü uzun zaman önce duymuştu. Wallander zaman zaman yemeğini orada yerdi ve içerisi çok kalabalık olmadığında da István yanına gelip otururdu.
İçeri girdiğinde saat altı buçuktu, Ylva Brink’le görüşmesine daha yarım saat vardı. Tahmin ettiği gibi içeride kimse yoktu. Mutfaktan gelen radyonun sesi duyuluyordu. István barın yanındaki telefonda konuşuyordu, köşedeki masaya oturan Wallander’e el salladı. Sonra ciddi bir ifadeyle Wallander’in yanına geldi.
“Duyduklarım doğru mu? Bir polis mi öldürülmüş?”
“Ne yazık ki doğru,” diye karşılık verdi Wallander. “Karl Evert Svedberg. Onu tanır mıydın?”
“Buraya geldiğini sanmıyorum,” dedi István. “Bira ister misin? Benden.” Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Acelem var, hazırda ne varsa onu getiriver,” dedi. “Kan şekeri yüksek birine uygun bir şeyler olsun.”
István kaygıyla ona baktı.
“Şeker hastası mı oldun?”
“Hayır, ama şeker düzeyim çok yüksek.”
“O zaman şeker hastasısın.”
“Belki ama kalıcı bir hastalık değil. Çok acelem var.”
“Az yağda bonfile soteyle salataya ne dersin?”
“Güzel.”
István gidince Wallander neden şeker hastalığı utanılacak bir şeymiş gibi davrandığını anlamaya çalıştı. Bunda garip bir şey yoktu ki. Şişmanlığından hiç hoşnut değildi, hatta bundan nefret ediyordu. Böylesi bir sorun yokmuş gibi davranmak istiyordu.
Her