“Evli olmadığını biliyorum,” dedi Holgersson. “Annesi babası hayatta mı?”
Wallander düşündü. Svedberg’in annesinin birkaç yıl önce öldüğünü biliyordu. Babasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Birkaç yıl önce bir cinayet soruşturması sırasında tanıştığı bir akrabasını hatırladı.
“Ylva Brink adında bir kuzeni olduğunu biliyorum. Doğumhane hemşiresi. Başka bir akrabası olup olmadığını bilmiyorum.”
Holden gelen Nyberg’in sesini duydular.
“Ben birkaç dakika daha burada kalacağım,” dedi Holgersson.
Wallander ayakkabılarını çıkaran Nyberg’in yanına gitti.
“Burada neler oldu, Tanrı aşkına?”
Nyberg mesleğinde çok başarılı olmasına karşın sürekli değişken bir ruh hâli olurdu, bu yüzden de onunla birlikte çalışmak kolay değildi. Bu acil durumun bir meslektaşıyla ilgili olduğunu anlamışa pek benzemiyordu. Bir meslektaşı ölmüştü. Belki de Martinson ona bu gerçeği açıklamayı unutmuştu.
“Burası kimin evi, biliyor musun?” diye sordu Wallander dikkatle.
Nyberg ona öfke dolu bir bakış fırlattı.
“Lilla Norre Caddesi’nde bir ev işte,” diye karşılık verdi. “Ama Martinson telefonda pek şaşkındı. Neler oluyor?”
Wallander ona dikkatle baktı. Nyberg onun ciddiyetini fark edince hemen toparlandı.
“Burası Svedberg’in evi,” dedi Wallander. “Svedberg öldü. Galiba öldürüldü.”
“Kalle’nin evi mi demek istiyorsun?” diye sordu Nyberg duyduklarına inanamayarak.
Wallander başını evet dercesine salladı, güçlükle yutkundu. Nyberg, Svedberg’e ilk adıyla hitap eden ender kişilerden biriydi. Adı aslında Karl Evert’di. Nyberg, takma adı olan Kalle’yi kullanmaktan hoşlanırdı.
“İçeride,” dedi Wallander. “Av tüfeğiyle başına ateş edilmiş.”
Nyberg yüzünü acıyla buruşturdu.
“Nasıl göründüğünü sana söylememe gerek yok,” dedi Wallander.
“Evet,” diye karşılık verdi Nyberg. “Söylemene gerek yok.”
Nyberg içeri girdi. Kapının eşiğine geldiğinde o da diğerleri gibi başını çevirdi. Wallander, gördüklerini algılaması için Nyberg’e birkaç dakika süre tanıdı. Sonra yanına yaklaştı.
“Bir sorum var,” dedi. “Hem de çok önemli bir soru. Senin de gördüğün gibi silah cesetten en az iki metre uzakta. Sorum şu, Svedberg eğer intihar etmişse silah bu kadar uzağa gidebilir mi?”
Nyberg bir an düşündü ama hemen sonra da hayır dercesine başını salladı. “Hayır, gidemez,” dedi. “Mümkün değil. Av tüfeğiyle intihar eden birinin bedeni silahtan bu kadar uzakta olamaz.”
Bir an için Wallander üstünden büyük bir yük kalkmış gibi hissetti. Svedberg demek intihar etmemiş, dedi kendi kendine.
İnsanlar holde toplanmaya başlamıştı. Doktorla birlikte Hansson da gelmişti. Teknisyenlerden biri çantasını açıyordu.
“Lütfen herkes beni dinlesin,” dedi Wallander. “Burada yerde yatan kişi meslektaşımız, polis memuru Svedberg. Öldü, büyük olasılıkla da öldürüldü. Az sonra göreceklerinizin oldukça tatsız ve acı verici olduğunu bilmenizi ve kendinizi buna hazırlamanızı istiyorum. Hepimiz onu tanıyorduk ve onun için yas tutacağız. İş arkadaşımız olduğu kadar da dostumuzdu, bu da işimizi daha da zorlaştırıyor.”
Wallander sustu. Daha fazla bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyordu ama aklına da bir şeyler gelmiyordu. Uygun sözcükleri bulamıyordu. Nyberg’le yardımcıları çalışmaya başlarken Wallander de mutfağa döndü. Holgersson hâlâ mutfak masasının başında oturuyordu.
“Svedberg’in kuzenini aramalıyım,” dedi Holgersson. “Eğer yaşayan en yakın akraba oysa tabii.”
“Ben ararım,” dedi Wallander. “Onu tanıyorum.”
“Bana durumun bir özetini çıkar. Burada neler oldu?”
“Bu konuda Martinson daha çok yardımcı olur. Onu çağırayım.”
Wallander dışarı çıktı. Yan dairenin kapısı aralıktı. Kapıyı hafifçe vurup içeri girdi.
Martinson oturma odasında dört kişiyle birlikteydi. İçlerinden biri giyinmişti ama diğerlerinin üstünde hâlâ sabahlıkları vardı. İki kadın, iki erkektiler. Eliyle işaret ederek Martinson’u yanına çağırdı.
“Lütfen buradan ayrılmayın,” dedi diğerlerine.
Svedberg’in mutfağına geçtiler. Martinson’un yüzü kireç gibiydi.
“En başından başlayalım,” dedi Wallander. “Svedberg’i en son kim gördü?”
“En son ben görmüş olamam sanırım,” dedi Martinson. “Ama çarşamba sabahı saat on bir civarında onu kantinde görmüştüm.”
“Nasıl görünüyordu?”
“Üstünde durmadığıma göre her zamanki gibi olmalı.”
“Beni o gün öğleden sonra aradın ve perşembe sabahı toplantı yapmaya karar verdik.”
“Seninle konuştuktan hemen sonra Svedberg’in odasına gittim ama yoktu. Danışmadaki görevli eve gittiğini söylemişti.”
“Saat kaçta gitmiş?”
“Doğrusu sormadım.”
“Peki sonra sen ne yaptın?”
“Evine telefon ettim, telesekreterine toplantıyla ilgili not bıraktım. Daha sonra da birkaç kez aradım ama yanıt alamadım.”
Wallander yüksek sesle düşünüyordu. “Çarşamba günü öğleden sonra Svedberg emniyetten ayrılır. Her şey olağan gibi görünüyordur. Perşembe günü işe gelmez. Telesekretere bırakılan mesajlara karşın gelmemesi garip bir durum. Svedberg asla haber vermeden bir yere gitmezdi.”
“Bu da olayların çarşamba günü gerçekleştiği anlamına geliyor,” dedi Lisa Holgersson.
Wallander onaylarcasına başını salladı. Acaba hangi noktada normal anormal olmaya başlıyor, diye geçirdi içinden. İşte araştırmamız gereken nokta bu.
Birden aklına Martinson’un kendi telesekreterinin çalışmadığına ilişkin söyledikleri geldi.
“Bir dakika bekleyin,” diyerek mutfaktan çıktı.
Svedberg’in çalışma odasına gitti. Telesekreteri masanın üstünde duruyordu. Wallander oturma odasına döndü. Nyberg’i av tüfeğini incelerken buldu. Onu çalışma odasına götürdü.
“Telesekreterdeki mesajları dinlemek istiyorum ama herhangi bir ipucu olabilecek bir şeyi de berbat etmek istemiyorum.”
“Bunu halledebiliriz,” dedi Nyberg. Elinde lastik eldiven vardı. Wallander başını salladı, Nyberg düğmeye bastı. Telesekreterde Martinson’dan gelen üç mesaj vardı. Her defasında da aradığı saati bırakmıştı. Başka mesaj yoktu.
“Svedberg’in kendi mesajını da dinlemek istiyorum,” dedi Wallander.
Nyberg bir başka düğmeye bastı.
Wallander, Svedberg’in sesini duyunca hafifçe sendeledi. Nyberg de duygulanmıştı.
“Şu