Saat beşe bir kala Stenström geldi. Her zamanki gibi kapıyı tıklatmadan açtı. Sinir bozucuydu ama Melander’in ağaçkakan tempolu tıklatmalarına ve Kollberg’in sağır eden kapı yumruklamalarına kıyasla tahammül edilebilirdi.
“Kayıp kızlar departmanı için bir ihbar var. Amerikan Büyükelçiliği’ne bir teşekkür notu göndermelisin. Onlar yolladı.”
Stenström açık kırmızı telgraf sayfasını inceledi.
“Lincoln, Nebraska. En son neresiydi?”
“Astoria, New York.”
“Hani üç sayfa bilgi gönderdikleri ama kızın siyahî olduğunu söylemeyi unuttukları sefer miydi?”
“Evet,” dedi Martin Beck.
Stenström ona telgrafı verip, “Elçilikten bir adamın numarası. Arasan iyi olur,” dedi.
Metro işkencesini ertelemek için her bahaneye sarılacağından masasına geri döndü ama geç kalmıştı. Elçilik çalışanları gitmişti.
Ertesi gün çarşambaydı ve hava bundan daha kötü olamazdı. Sabah gazetelerinde, İsveç’in güneyinde Räng diye bir yerde kaybolan yirmi beş yaşındaki bir hizmetçi kızın haberi vardı. Tatilden dönmemişti.
O sabah boyunca Kollberg’in eşkâli ve rötuşlu fotoğraflar Güney İsveç polisinin yanı sıra Cinayet Masası’ndan Komiser Elmer B. Kafka, Lincoln, Nebraska, ABD adresli birisine gönderildi.
Öğle yemeğinden sonra Martin Beck boynundaki lenf bezlerinin şişmeye başladığını hissetti. Eve döndüğünde yutkunmakta güçlük çekiyordu.
“Yarın Ulusal Polis’in sensiz de idare edebileceğine karar verdim,” dedi karısı.
Martin cevap vermek için ağzını açtı ama çocuklara baktı ve bir şey dememeyi tercih etti.
Karısı, kazandığı zaferi daha da ilerletmek için vakit kaybetmedi.
“Burnun tamamen tıkalı. Sudan çıkmış balık gibi nefes alıyorsun.”
Martin çatal bıçağını elinden bırakıp, “Yemek için teşekkürler,” diye mırıldandı ve kendini gemi maketinin eksiklerini tamamlamaya verdi. Bu işle uğraşırken yavaş yavaş ve sonunda tamamen sakinleşti. Martin gemi maketi üstünde ağır ağır ama ve sistemli bir şekilde çalışıyordu ve aklında hiçbir nahoş düşünce yoktu. Yan odadan televizyon sesi kulağına geliyorsa bile duymuyordu. Biraz sonra kızı somurtuk bir yüz ifadesi ve çenesinde ciklet kalıntılarıyla kapı eşiğinde belirdi.
“Sana telefon var. Tam da vaktiydi ha, Perry Mason’ın ortasında.”
Hay lanet, odaya telefon çektirmeliydi. Hay lanet, çocuklarının yetiştirilmesiyle daha fazla alakadar olmalıydı. Hay lanet, Beatles’ı çok seven ve çoktan gelişmiş on üç yaşında bir çocuğa ne denilebilirdi ki?
Martin, oradaki varlığı için özür dilercesine oturma odasına girdi ve büyük savunma avukatının televizyon ekranını dolduran bitkin yüzüne mahcup bir bakış attı. Telefonu alıp koridora çıktı.
“Merhaba,” dedi Ahlberg. “Bir şey buldum sanırım.”
“Nedir?”
“Hani yazın buradan gündüz saat yarımda ve dörtte geçen kanal teknelerinden bahsetmiştik, hatırlıyor musun?”
“Evet.”
“Bu hafta küçük tekne ve yük gemisi trafiğine bakmaya çalıştım. Geçen tüm tekneleri kontrol etmek neredeyse imkânsız. Ama bir saat önce karakol polislerinden biri geldi ve geçen yaz bir ara, gecenin bir vakti Platen hendeğini geçerek batıya doğru giden bir yolcu gemisi gördüğünü söyleyiverdi. Saat kaçta olduğunu bilmiyordu ve ben sorana kadar bunu hiç düşünmemiş. Birkaç gece üst üste o bölgede özel görevdeymiş. Bana hiç inandırıcı gelmedi ama doğru olduğuna yemin ediyor. Ertesi gün izne çıkmış ve sonra da tamamen unutmuş.”
“Geminin hangisi olduğunu görebilmiş mi?”
“Hayır ama dinle. Göteborg’u arayıp gemicilik işletmesinden birileriyle konuştum. İçlerinden biri bunun kesinlikle doğru olabileceğini söyledi. Geminin adının Diana olduğunu söyledi ve kaptanın adresini verdi.”
Ardından kısa bir sessizlik oldu. Martin Beck, Ahlberg’in bir kibrit çaktığını duydu.
“Kaptana ulaştım. Adam net bir şekilde hatırladığını söyledi ama unutmuş olmayı yeğliyormuş. Önce yoğun sis yüzünden Hävringe’de üç saat durmak zorunda kalmışlar, sonra motordaki bir buhar borusu bozulmuş…”
“Tekne.”
“Ne dedin?”
“Teknede. Motorda değil.”
“Ah, evet, her neyse, sonuç olarak tamirat için Söderköping’de sekiz saatten uzun kalmak zorunda kalmışlar. Dolayısıyla yaklaşık on iki saat gecikmişler ve Borenshult’tan gece yarısından sonra geçmişler. Motala ya da Vadstena’da durmamış, doğrudan Göteborg’a gitmişler.”
“Bu ne zaman olmuş? Hangi gün?”
“Yaz dönümünden sonraki ikinci turda dedi kaptan. Yani ayın beşinden önceki gece.”
İkisi de en az on saniye hiçbir şey demedi. Ardından Ahlberg konuştu:
“Kızı bulmamızdan dört gün önce. Gemicilik işletmesindeki adamı tekrar arayıp saati kontrol ettim. Bana mesele nedir diye sorunca gemideki herkesin sağ salim Göteborg’a ulaşıp ulaşmadığını sordum. ‘Neden ulaşmasınlar ki?’ deyince ‘Bilmem,’ diye cevap verdim. Herhalde kafayı yediğimi düşünmüştür.”
Yine sessizlik oldu.
“Sence bir anlamı olabilir mi?” dedi Ahlberg nihayet.
“Bilmiyorum,” dedi Martin Beck. “Belki de. Ne olursa olsun, iyi iş çıkardın.”
“Eğer o gemiye binen herkes Göteborg’a vardıysa, o zaman bir anlamı yok.”
Sesi, garip bir hayal kırıklığı ve mütevazı bir zafer taşıyordu.
“Bütün bilgileri elden geçirmemiz lazım,” dedi Ahlberg.
“Elbette.”
“Hoşça kal.”
“Hoşça kal. Ararım seni.”
Martin Beck bir süre eli telefonda öylece kalakaldı. Sonra alnını kırıştırıp bir uyurgezer gibi oturma odasına girdi. Kapıyı arkasından dikkatlice kapattı, gemi maketinin başına oturdu, gemi direğini düzeltmek için sağ elini kaldırdı ama eli hemen geri düştü.
Karısı gelip zorla yatağa götürene kadar bir saat daha orada öylece oturdu.
8
“Pek iyi görünmüyorsun,” dedi Kollberg. Martin Beck de kendisini iyi hissetmiyordu zaten. Üşütmüştü, boğazı şişmişti, kulakları ağrıyordu ve göğsü çok acıyordu. Soğuk algınlığı, gidişata göre, en kötü evresine girmişti. Bu halde bile Martin Beck hem soğuk algınlığına hem de eve kafa tutmuş, bütün günü ofiste geçirmişti. Öncelikle, yatakta kalsa onu sarıp sarmalayacak boğucu alakadan kaçmıştı. Çocuklar büyümeye başladığından, karısı büyük bir hevesle ve neredeyse delice bir kararlılıkla evdeki bakıcı rolünü üstlenmişti. Onun gözünde Martin’in tekrarlayan soğuk algınlıkları ve nezleleri doğum günleri ya da büyük tatiller kadar önemli durumlardı.
Ayrıca, her nedense, evde kalınca vicdanı rahat etmiyordu.
“Madem iyi değilsin,