Martin Beck masada boş boş oturmaya devam edip bütün sigaralarını içti. Sonra saate baktı, kalktı ve koridora çıktı. Üç kapı gidip durdu, kapıyı tıklattı ve her zamanki tavrıyla sessizce ve çok hızlı bir şekilde içeri girdi.
Kollberg yatağa uzanmış bir akşam gazetesi okuyordu. Ayakkabılarını ve ceketini çıkarmış, gömleğinin düğmelerini açmıştı. Beylik tabancası kravatına sarılı vaziyette komodinin üzerindeydi.
“Bugün on ikinci sayfaya kadar düşmüşüz,” dedi. “Zavallılar, epey sıkıntı çekiyorlar.”
“Kim?”
“Şu muhabirler. ‘Motala’da canice katledilen kadınla ilgili gizem perdesi kalınlaşıyor. Sadece yerel polis değil, Ulusal Polis Teşkilatı’nın Cinayet Masası bile kör karanlıkta çaresizce dolanıyor.’ Bunları nereden uyduruyorlar merak ediyorum.”
Kollberg şişmandı ve birçok kişinin onu yargılarken feci hatalara düşmesine sebep olan lakayt, şen bir havası vardı.
“‘Vaka, ilk başta sıradan bir hadise gibi görünse de giderek daha karmaşık bir hal aldı. Soruşturmayı yürütenler açıklama yapmıyorlar ama birçok farklı olasılık üzerinde çalışmaktalar. Boren’deki çıplak hatun…’ Of, ne zırvalık!”
Yazının geri kalanına şöyle bir göz atıp gazeteyi yere fırlattı.
“Güzel hatunmuş, ne demezsin! Çarpık bacaklı, kocaman kıçı ve küçücük memeleri olan gayet sıradan bir kadın. Kocaman bir apışı vardı, tabii,” dedi Kollberg. “Talihsizliği de oydu,” diye ekledi filozofça.
“Onu görmüş müydün?” diye sordu Martin Beck.
“Tabii ki, sen görmedin mi?”
“Sadece fotoğraflarını.”
“Ben kendisini gördüm,” dedi Kollberg.
“Öğleden sonra neler yaptın?”
“Sence? Kapı kapı gezip not aldım. Hepsi çöp! On beş ayrı adamı ortalığa salmak mantıksız. Herkesin olayları değerlendirip anlatma şekli başka. Kimisi tek gözlü bir kedi gördüğüne dair dört sayfa yazıyor, kimisi evdeki çocukların sümüklü olduğunu söylüyor, kimisi birkaç paragrafa üç ceset ve bir saatli bomba bulduğunu sığdırıyor… O kadar ki hepsi birbirleriyle alakasız sorular soruyor.”
Martin Beck bir şey demedi. Kollberg iç geçirdi.
“Bir yöntemleri olması lazım,” dedi. “Bu, onlara zaman kazandırır.”
“Evet.”
Martin Beck ceplerini yokladı.
“Biliyorsun, ben sigara içmiyorum,” dedi Kollberg şaka yollu.
“Savcı yarım saat sonra basın toplantısı düzenliyor. Bizim de orada olmamızı istiyor.”
“Ah. Evlere şenlik, desene.”
Gazeteyi işaret etti ve şöyle dedi:
“Bir kere de biz şu muhabirlere soru sorsak. Şu adam dört gündür üst üste, gün bitmeden birisi tutuklanabilir diye yazıyor. Kız da güya yok Anita Ekberg’e, yok Sophia Loren’e benziyormuş.”
Yatakta doğruldu, gömleğinin düğmelerini ilikleyip ayakkabı bağcıklarını bağlamaya koyuldu. Martin Beck pencereye doğru yürüdü.
“Her an yağmur başlayabilir,” dedi.
“Kahretsin,” dedi Kollberg ve esnedi.
“Yorgun musun?”
“Dün gece iki saat uyudum. St Sigfrid’s’deki o tipi arayacağız diye ay ışığında ormanı dolaştık durduk.”
“Ah, tabii ya.”
“Evet, tabii ya! Bu lanet turist yerinde yedi saat aylak aylak dolaştıktan sonra birisi yanımıza gelip Stockholm’deki Klara polis merkezinden birilerinin evvelsi gece herifi Berzelii Parkı’nda yakaladığının haberini verdi.”
Kollberg giyinmeyi bitirip tabancasını yerine yerleştirdi. Martin Beck’e bir bakış atıp, “Gergin bir halin var. Hayırdır?” dedi.
“Özel bir şey yok.”
“Tamam, gidelim. Dünya basını bizi bekliyor.”
Basın toplantısının yapılacağı odada yaklaşık yirmi muhabir toplanmıştı. Ek olarak Savcı, Emniyet Amiri, Larsson ve iki spot lambasıyla bir televizyon fotoğrafçısı da hazırdı. Ahlberg yoktu. Savcı bir masanın arkasına geçip oturmuş, düşünceli bir şekilde bir dosyayı karıştırıyordu. Geri kalanlardan birçoğu ayaktaydı. Herkese yetecek sayıda sandalye yoktu. İçerisi gürültülüydü, herkes aynı anda konuşuyordu. Oda kalabalık olduğundan havası basıklaşmaya başlamıştı bile. Kalabalıktan hiç hoşlanmayan Martin Beck diğerlerinden birkaç adım ötede kalıp soru soracaklarla cevap verecekler arasında bir noktada sırtını duvara vererek yerini aldı.
Birkaç dakika sonra savcı, polis şefine dönüp odadaki gürültü içinde duyulabilecek kadar yüksek bir sesle sordu:
“Ahlberg hangi cehennemde?”
Larsson hemen telefona davrandıktan kırk saniye sonra Ahlberg içeri girdi. Gözleri kırmızıydı, kan ter içindeydi ve hâlâ ceketini giymekle meşguldü.
Savcı ayağa kalkıp masaya kalemiyle hafifçe vurdu. Uzun boylu, yapılı ve son derece düzgün giyimliydi ama sanki biraz fazla şıktı.
“Beyler, son dakikada ilan edilen bu basın toplantısına bu kadar kalabalık gelebilmiş olmanıza memnun oldum. Tüm medya organlarından, basın, radyo ve televizyondan temsilciler görüyorum.”
Televizyon fotoğrafçısına doğru hafifçe eğilip selam verdi, belli ki odada kesin şekilde basın mensubu olduğunu tespit edebildiği bir tek oydu.
“Bu trajik ve… hassas konuya en başından beri çoğunlukla doğru ve sağduyulu yaklaşımınızdan memnun olduğumu da belirtmek isterim. Maalesef birkaç istisna olmadı değil. Sansasyon ve her yöne çekilebilecek spekülasyonlar, böylesi… hassas bir vakada faydalı olmuyor…”
Kollberg esnerken ağzını eliyle kapatma zahmetine bile girmedi.
“Hepinizin bildiği gibi bu vaka… yeniden altını çizmem gereksiz ama bazı özel… hassas noktalara sahip ve…”
Odanın karşı tarafından Ahlberg, Martin Beck’e baktı, donuk mavi gözleri sıkıntılı bir onay ve anlayışla doluydu.
“… ve bu… hassas noktalar, aynı şekilde hassasiyetle ele alınmayı gerektiriyor.”
Savcı konuşmaya devam etti. Martin Beck önünde oturan muhabirin omzunun üzerinden bakınca defterine bir yıldız çizdiğini gördü. Televizyondan gelen adam tripoduna yaslanmıştı.
“… doğal olarak söylemek isterim ki, aslında, daha doğrusu, biz bu hassas vakadaki yardımlarınızdan ötürü minnettarlığımızı saklayamayız. Kısacası, sık sık büyük dedektif diye adlandırdığımız Kamuoyunun desteğine ihtiyacımız var.”
Kollberg tekrar esnedi. Ahlberg çaresiz bir mutsuzluk içinde gibi görünüyordu.
Martin Beck nihayet odadakilere bakmaya cesaret etti. Muhabirlerden üçünü tanıyordu, yaşlıydılar ve Stockholm’den gelmişlerdi. Birkaç tanesini daha tanıdı. Çoğu çok genç görünüyordu.
“Ek olarak, beyler, bu zamana kadar topladığımız bilgiler emrinize hazır,” dedi Savcı ve yerine oturdu.
Böylelikle kendine ait kısmı kesin şekilde bitirmiş bulunuyordu. İlk sorulara Larsson cevap verdi. Birbirinin peşi sıra soru soran üç genç muhabirdendi