Martin Beck birkaç dakika boyunca haritayı inceledikten sonra parmağını Nebraska eyaletinin en güneydoğu ucundaki toplu iğne başı kadar olan noktaya koydu, Greenwich’ten yaklaşık yüz meridyen uzaklıkta olan noktaya dokunarak kendi kendine, “Roseanna McGraw,” dedi.
Bu ismi defalarca tekrarladı, âdeta bilincine kazımak istiyordu.
Polis merkezine döndüğünde Kollberg daktilosunun başındaydı.
İkisi de tek kelime edemeden telefon çaldı. Santralden arıyorlardı.
“Merkez Telefon İşletmesi, Amerika’dan bir telefon geldiğini haber verdi. Yarım saat sonra arayacaklarmış. Kabul ediyor musunuz?”
Komiser Kafka yatağında uzanmış halde gazete okumuyormuş! Martin bu sefer de çok acele bir karara varmıştı.
“Amerika’dan demek, vay be!” dedi Kollberg.
Kırk beş dakika sonra telefon çaldı. İlk başta bir sürü karmakarışık gürültü, sonra aynı anda konuşan telefon operatörleri derken inanılmaz derecede berrak ve belirgin bir ses duyuldu.
“Evet, ben Kafka. Siz misiniz Bay Beck?”
“Evet.”
“Telgrafımı aldınız mı?”
“Evet. Teşekkürler.”
“Herhangi bir sorunuz var mı?”
“Bunun doğru kadın olduğuna dair hiçbir şüpheniz yok, değil mi?” diye sordu Martin Beck.
“Anadilin gibi konuşuyorsun,” diye yorum yaptı Koll-berg.
“Hayır, bayım, kesinlikle Roseanna. Bir saatten az bir sürede kimliğini teşhis ettirdim. İki kez kontrol ettim. Kız arkadaşına ve Omaha’daki eski erkek arkadaşına verdim. İkisi de son derece emindi. Bununla beraber, size birkaç fotoğraf ve başka şeyler postaladım.”
“Evden ne zaman ayrılmış?”
“Mayıs başında. Avrupa’da iki ay geçirmeyi planlıyormuş. Hayatında ilk kez yurt dışı seyahatine çıkmış. Bildiğim kadarıyla yalnız seyahat ediyormuş.”
“Planları hakkında bir bilginiz var mı?”
“Pek yok. Hatta burada kimsenin bilgisi yok. Size bir ipucu verebilirim. Norveç’ten bir kız arkadaşına kart atmış, bir hafta İsveç’te kalıp Kopenhag’a devam edeceğini yazmış.”
“Başka bir şey yazmamış mı?”
“Bir İsveç gemisine binmekten bahsetmiş. Kırsalda bir göl gezintisi gibi bir şey. O kısım pek net değil.”
Martin Beck nefesini tuttu.
“Bay Beck, hâlâ orada mısınız?”
“Evet.”
Bağlantı hızla kötüleşmeye başlamıştı.
“Sanırım cinayete kurban gitmiş,” diye bağırdı Kafka. “Adamı yakaladınız mı?”
“Henüz değil.”
“Duyamıyorum.”
“Hayır ama umuyorum ki kısa süre içinde yakalayacağız,” dedi Martin Beck.
“Anlamadım, onu vurdunuz mu?”
“Ne? Hayır, hayır, vurma yok…”
“Tamam, duyuyorum, vurmuşsunuz pezevengi,” diye bağırdı Atlantik Okyanusu’nun diğer ucundaki adam. “Harika. Buradaki gazetelere aynen iletirim.”
“Yanlış anladınız,” diye kükredi Martin Beck.
Ne olduğu anlaşılmayan gürültüler içinde bir fısıltı gibi duydu Kafka’nın son cevabını.
“Evet, çok iyi anladım. Adınızı doğru aldım. Hoşça kalın. Sonra haberleşiriz. Tebrikler, Martin.”
Martin Beck ahizeyi yerine koydu. Bütün konuşma boyunca ayakta durmuştu. Nefes nefeseydi ve yüzü kan ter içinde kalmıştı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Kollberg, neden o kadar bağırdığına şaşarak, “Nebraska ile aramızda özel hat mı var sandın?”
“Sona doğru birbirimizi pek iyi duyamadık. Adam, katili vurduğumu sandı. Gazetelere böyle anlatacağını söyledi.”
“Harika. Yarın oralarda günün kahramanı olacaksın. İki gün sonra da seni onursal vatandaş yapar ve Noel’de şehrin anahtarını yollarlar artık. Altın varaklı. ‘Güney Stockholm’lü intikam canavarı, her attığını vuran Martin.’ Bizim oğlanlar çok eğlenecek.”
Martin Beck sümkürdü ve yüzündeki terleri sildi.
“Eee, esas ne dedi? Bir tek ne kadar akıllı olduğunu mu övdü?”
“Övülen daha çok sendin. Verdiğin eşkâlden ötürü. ‘Harika eşkâldi,’ dedi.”
“Kimlikten yüzde yüz emin miymiş?”
“Evet, kesin. Kızın arkadaşıyla ve bir eski âşığıyla kimliği doğrulamış.”
“Başka?”
“Kız mayıs ortasında evinden ayrılmış. Avrupa’da iki ay kalacakmış. İlk kez yurt dışına seyahat ediyormuş. Norveç’ten bir kız arkadaşına kart yollamış, bir hafta burada kalıp Kopenhag’a geçeceğini yazmış. Kafka bana kızın fotoğraflarını ve birkaç şey daha postaladığını söyledi.”
“Hepsi bu mu?”
Martin Beck pencere kenarına yürüyüp dışarı baktı. Başparmağının tırnağını ısırdı.
“Kartta tekne turuna çıkacağını yazmış. İsveç göllerini ve kara suları gezeceği bir tur gibi bir şey…”
Arkasını dönüp meslektaşına baktı. Kollberg artık gülümsemiyordu ve şakacı bakışı kaybolmuştu. Bir süre sonra yavaşça şöyle dedi:
“Demek sahiden kanaldaki gemiyle gelmiş. Motala’daki dostumuz haklıymış.”
“Öyle görünüyor,” dedi Martin Beck.
9
Martin Beck metro istasyonundan dışarı çıkınca derin bir nefes aldı. Kalabalık vagonlarıyla bu yolculuk her zamanki gibi onu hasta etmişti.
Hava temiz ve açıktı, Baltık Denizi’nden ferah bir esinti geliyordu. Martin karşıdan karşıya geçti, tütüncüden bir paket sigara aldı. Skepps Köprüsü’ne doğru yürüyüp durdu, bir sigara yaktı ve dirseklerini köprünün korkuluklarına dayayıp baktı. İngiliz bandıralı bir yolcu gemisi uzaklarda bir rıhtıma demir atmıştı. Martin adını tam okuyamıyordu ama Devonia olduğunu tahmin etti. Bir grup martı ciyak ciyak bağırarak güverteye atılan çöpleri kapmak için savaştı. Martin bir süre olduğu yerden gemiye bakıp rıhtıma doğru yürümeye devam etti.
Kederli görünen iki adam, bir odun yığının üzerine oturmuştu. Birinci adam bir sigara izmaritini alıp yakmaya çalıştı, başaramayınca eli daha az titreyen ikinci adam ona yardım etmeye yeltendi. Martin kol saatine baktı. Dokuza beş vardı. “Herhalde züğürtler,” diye düşündü, “yoksa bu saatte tekelin kapısında bekliyor olurlardı.”
Rıhtımda halatla bağlı duran ve yük alan Bore II’yi geçti, Reisen Oteli’nin tam karşısındaki kaldırımın kenarında dikildi. Birkaç dakika bekledikten sonra bitmek bilmez otomobil silsilesini atlatmayı başarıp karşıya geçebildi.
Kanal gemilerinin işletme ofisinde Diana’nın