Bu ayrıntılardan sembolik ve fonetik sistemlerin zihindeki etkileriyle ilgili genel bir karşılaştırmaya gidecek olursak, en belirgin olanının hafıza melekesi üzerindeki zıt etkiler olduğunu söyleyebiliriz. Harfler, bütün dillerde az sayıda bulunan temel sesleri temsil ederken, semboller fikirleri ifade eder ve sayıca sonsuzdur. Bu nedenle ikinci yolu seçersek bilgi aktarımı müthiş bir çaba gerektirir. Durum neredeyse şöyledir: Bir yazarın sözcüklerini tamı tamına hatırlayamazsak ondan hiçbir şey alıntılayamayız. Böyle bir tarzın moda olduğu mükemmel anılar arama hakkımız var ve şu anda hayal kırıklığına uğramıyoruz. “Bu vahşiler,” diye haykırır La Hontan, “dünyadaki en mutlu anılara sahipler!” Toplantılarında her konuşmacının bütün atalarının söylediklerini kelimesi kelimesine tekrar etmesi bir görgü kuralıydı ve beyazlar, yerlilerin eski antlaşmaların kayıtlarını hatırlamalarını sağlayan sözel bağlılık karşısında genellikle şaşırıp kalırlar. Yerlilerin şarkıları sınırsızdır. Bir Kızılderili’nin çeşitli konularda iki yüz şarkı söylediği kayıtlara geçmiştir.16 Böylesi bir durum, bize büyük Humboldt’un şu güzel ifadesini hatırlatır: “İnsan, şarkı söyleyen türlerden birine ait bir hayvan olarak kabul edilir. Ancak notaları her zaman fikirlerle ilişkilendirilir.” Eski Meksika’nın kamu okullarında eğitim gören gençler (zira bu ülke, insanların eğitimi meselesini ihmal etmek şöyle dursun, bedava eğitim için binalar tesis etti ve katılımı bir dereceye kadar zorunlu kıldı) uzun nutukları, şiirleri ve duaları ezber yoluyla kolaylıkla öğreniyor ve bu durum kıtayı fetheden Avrupalıları hayrete düşürüyordu. Gördükleri durum, onlara Eski İspanya’nın üniversitelerinde görmeye alışık oldukları her şeyden üstün geliyordu. Fonetik bir sistem, düşünceyi korumak için daha kolay bir yöntem sunarak aslında zihnin hafızasını zayıflatır. Büyük Montaigne’in kavramsal karakterler kullanmış olsaydı asla söylemeyeceği şöyle bir ifadesi vardır: “Ce que je mets sur papier, je remets de ma mémoire.”17
Hafıza; şekiller veya geleneklerle kısıtlanmamış ve yeni fikir birleşimlerine her zaman açık olan bir serbest düşünce etkinliğinden çok daha önemsizdir. Bir ulusa serbest düşünce etkinliği sunarsanız bu etkinlik, pusula ibresinin gemiyi limana götüreceği kadar kesin bir yoldan ulusu medeniyete yönlendirecektir. Kavramsal yazının kaçınılmaz basitliğinin ortaya çıktığı yer burasıdır. Kavramsal yazı daima ayrıntılarla uğraşır. Mısır’ın sembolik alfabesinde bakire, evli, çocuğu olmayan dul, tek çocuklu dul ve iki çocuklu kadınlar için ayrı figürler vardır. Başka hangi koşullar için var bilmiyorum ama kadın için bir işaret yoktur. Doğal olarak böyle olması gerekir. Zira semboller nesneyi göründüğü veya görünmek istendiği şekilde temsil eder, düşüncede olduğu gibi değil. Dahası daimî ezbere öğrenme mutlaka birebir tekrara ve zihinsel köleliğe yol açar.
Bir sembol anlaşıldığında, dilden bağımsızdır ve bir Arap rakamı gibi evrensel olarak geçerlidir. Ancak konuşulan dille yazılı dilin ayrımı tartışmaya açık bir avantajdır. Bu ayrım; biçimin zarafeti, tantanalı dönemler ve ifadenin inceliğiyle bir dildeki bütün kalıcı izleri anında yok eder. Dilin canlılığı, dilin biçimleri kontrolsüz dalgalanmalara bırakıldığında zayıflar. Bilgisini böyle bir kaynaktan edinen bir öğrenci için yazılı şiir, dilbilgisi, hitabet imkânsızdır.
Son olarak, vahşi nesillerden medeni nesillere aktarılan kadim figürlere körü körüne bağlılığın estetik duygusuna zarar verdiği ve zihinlerin sanattaki ve doğadaki güzelliği görmesine engel olduğu küçük Humboldt tarafından doğrulukla gözlemlenmiştir.
Dolayısıyla düşüncenin şekil ve sembollerle aktarımı, her şeyi göz önünde bulundurduğumuzda, yetersiz ve maddi eğilimleri besler ve çokbireşimli dillerin yaratıcılığı, üretim amaçlıymış gibi gözükür. Bu sistemin hafızayı güçlendirmeye yarayan telafi edici bir özelliği, buradaki garip azmi açıklamaya yardımcı olacaktır. Bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere belirli mitler, tamamen birbirinden kopmuş aileler tarafından bu azim sayesinde korunmuştur.
Dilin bu özelliği dışında Kızılderili tarihinin, türümüzün medeniyet yolunda kayda değer herhangi bir ilerleme göstermiş başka bir üyesiyle paralellik göstermeyen iki özelliği vardır.
Bu özelliklerden ilki, Kızılderililerin bir başınalığıdır. Kızılderililer ezelden beri dünyanın geri kalanından kopuk yaşadığı için hiçbir zaman çok değişken ve eski dünya uluslarının gelişimine bütünüyle önayak olan soy ve kültür geçişlerine uğramamışlardır. Kendi yollarında kendi kaderlerini çizmişler ve ellerine geçen tek şey doğal bir mülkiyet hakkı olmuştur. Kayıp On Kabile’nin, Budist rahiplerin, Gallerli prenslerin veya Fenikeli tüccarların Amerikan topraklarında ortaya çıkması ve orada kalıcı bir etkilerinin olmasıyla ilgili tüm eski hayaller, tarafsız araştırmacılar tarafından çöp kutusuna atıldı. Bay Schoolcraft ve Abbé E. C. Brasseur gibi bu hayalleri diriltmek için kalem oynatan insanları gördüğümüzde bunlara edebi bir anakronizmin ışığında üzülerek bakıyoruz.
İkinci özellik, hiçbir suretle hayvancılık yapılmamasıdır. Kıta genelinde çobanlık yapan tek bir kabile; sütü18 veya insan taşımacılığı için yetiştirilen tek bir hayvan yoktur, eti için yetiştirilenlerse çok azdır. Kızılderililer, özünde avcı bir ulustur. En medeni uluslar, temel et ihtiyacı için avcılığa bel bağlıyorlardı. Cuzco ve Meksika sarayları katı av ve orman yasaları çıkartıyordu ve belirli dönemlerde bütün nüfus, orman sakinlerine karşı genel bir sefere çıkıyordu. Avrupalı fatihler, en yoğun yerleşim bölgelerinde çok eski devasa ormanlık alanlar buldular.
Bir avcının hayatını düşünelim. Becerisi ve gücüyle vahşi hayvanların harika içgüdülerine ve hızlı algılarına karşı koyar. Algılarını doğaüstü bir keskinliğe getirmek için çalışır ama daha incelikli hisleri körelir. Tek amacı, şansı yaver giderse iaşesi için kan dökmek ve can almaktır. Mahrumiyetlere, fırtınalara, uzun yolculuklara maruz kalır; başlıca besin kaynağı ettir. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda, Antik Amerika’nın kroniklerinde çok sık rastladığımız insanın acı çekmesine karşı dikkat çekici umursamazlığı, kanlı ayinleri, intikamcı ruhu, yatıştırılamaz huzursuzluğu çok daha kolaylıkla kavranabilir. Akla uygun yasa, bir kasabın mahkemede ömür boyu jüri olarak kabul edilmesine karşıdır. İşte karşınızda tamamı kasap olan bir ulus.
Yumuşatıcı tek unsur tarımdı. Aztekli rahipler, av tanrısı Mixcoatl’a adanmış sunağın üzerinde insan kurbanın kalbini lime lime edip putun etrafını saran yılanı fışkıran kana buluyorlardı. Hayırsever tarım tanrıçası Centeotl’un türbesi çiçekler ve meyveler, sarı mısır başakları ve besleyici muz salkımlarıyla süsleniyordu. Ona yalnızca kansız sunaklar veriliyordu. Bu, yerlilerin düşünce yapısı için bile iki iaşe türü arasındaki zıtlığın ne kadar net olduğunu gösterir. Göçebe bir hayat yerine yerleşik bir hayatı ikame ederek, belirsiz bir koşul yerine sabit bir güveni sağlayarak ve insanlara en kazançlı faaliyet alanının yok etmede değil korumada yattığını nasihat ederek mısırın geniş dağılımını takdir edebiliriz. Mısır, onların tek tahılıydı ve Şili’nin en güneyinden ellinci kuzey enlemlerine kadar (daha kuzeyde düşük sıcaklıklar bu tahılı belirsiz bir ekin haline getirir) bu tahılın tarımı yapılıyordu. Yerlilerin efsanelerinde mısır, Yüce Ruhun bir hediyesi olarak temsil edilir (Ojibvalar), kutsal hayvanlar