Bir gün, Naumburg sokaklarına bir panayır kuruldu. Balon satan bir adamcağız, sert rüzgâra karşı balonlarının uçmasını engellemeye çalışıyordu. Nietzsche kız kardeşine döndü ve yüzünde gülümsemeyle: “Adamın hali annemize benzemiyor mu?” dedi. Tam o sırada sert bir rüzgâr esti ve adamın elindeki balonların birkaçını uçurdu. Bunu gören Nietzsche ekledi: “Görüyorsun ya işte, uçacak olan zaten uçuyor.”
Böylece genç Nietzsche Bonn’a döner dönmez ilahiyat derslerini bıraktı. Artık bir din bilimci değil, ahlak kuramcısıydı. Evde şüpheleriyle baş başa kalan Lisbeth, dini sorularına bir cevap bulabilmek için abisine mektup yazdı. Nietzsche’nin kız kardeşine verdiği cevap, seçmiş olduğu yolu açıkça gözler önüne seriyordu: “Bir dönüm noktasındasın. Ruhsal huzur ve mutluluk mu arıyorsun? Öyleyse, inan! Doğruyu takip ettiğinden şüpheli misin? Öyleyse, araştır! Ancak bu iki yol arasında birçok dönüm noktası var. Önemli olan senin gerçekte neyi arzuladığın.”
Nietzsche artık kendini tamamen araştırmalarına vermişti. Boşa harcadığı ayları telafi etmesi gerekiyordu. Bir şeyler yaratmak için can atıyordu ancak kendini ifade etmekte zorlanıyordu. Sessizliğe hapsolmuş bir halde, kalbinde büyük bir acıyla, bu yeni bilim dalının içindeki boşluğu doldurmasını umarak, Ritschl’le filoloji üzerinde çalışmalar yapmaya başladı.
Bu yeni tutkusuyla doğru orantılı olarak eleştirel yönü de gelişmişti. Bu yüzden birçok dostu Nietzsche’den uzaklaşmış, Nietzsche de artık gezintilerine tek başına çıkmaya başlamıştı. Bir keresinde arkadaşına, Franconia Kulübü’ne katılmaktan duyduğu pişmanlığı anlatan bir mektup yazdı: “Kulüp, kendi ilkelerimi çiğnememe sebep oldu. Kurumların veya bireylerin neye benzediklerini keşfedebilmek için asla gereğinden fazla uymamalıyım.” Tabii Nietzsche’nin asıl memnuniyetsizliğinin sebebi bu değildi. Dünyayı o reddetmemişti, dünya onu reddetmişti. Cennetten bir günah keçisi gibi atılmıştı. Sonuç olarak koskoca bir yılı boşa geçmiş ve Ritschl de yeterince değer görmediği Bonn’dan ayrılma kararı almıştı. Bundan iki sene sonra Nietzsche bu konu hakkında, kendine pek güvenmediğini ve etrafındakilere “hükmetmeyi” başaramadığını itiraf etti. Artık sinirleri romatizma ağrılarına sebep olmaya başlamıştı.
O sonbahar Nietzsche, Bonn’u bir firari gibi terk ederek dördüncü önemli yolculuğuna çıktı. “Vapur yanaştı, aceleyle bindim. Yağmurlu ve is kokulu gecede gözlerim köprüye daldı ve nehrin kıyısındaki minik ışıkların yavaşça yok oluşunu izledim. Her şey sanki kaçıyormuşum izlenimi uyandırıyordu.”
VII
Osene Nietzsche tatilini evde geçirdi. Bonn’la olan tüm ilişkisini sonsuza dek kestiğinden beri romatizması iyileşmiş ve neşesizliği üstünden kalkmıştı. Annesi hâlâ dini inancını kaybettiği için mutsuzdu, üstelik Nietzsche yakında Ritschl’ın sadık oğlu olarak Leipzig’e gidecekti.
Böylece Nietzsche’nin beşinci önemli ve umut dolu yolculuğu başladı ve 17 Ekim 1865’te Leipzig’e vardı. Ertesi gün Akademi Kurulu’na şehre geldiğini duyurdu. Gelişiyle ilgili iyi işaretler alıyordu. Goethe’yle aynı boyda değil miydi? Yüzyıl önce o gün Goethe de Leipzig’e bir öğrenci olarak gelmişti. Tarih tekerrür ediyordu, geleceği parlaktı. Kitaplardan bilgi edinmek yerine, başarılı bir öğretmen olmayı Ritschl’den öğrenecekti. Böylece yeni Goethe herkesin üzerinden yükselecek ve cennette Tanrı’nın ateşi için savaşıp, bu ateşi altındaki nankör dünyaya hediye edecekti.
Nietzsche’nin Ritschl’de fark ettiği şey, ahlaki başarısından ziyade zekâya dayalı olağanüstü bir zihinsel güce sahip olmasıydı. Ona göre böylesi bir zihinsel güç, ahlaktan çok daha önemliydi. Kendi zihinsel gücü de dini geride bırakmasını sağlamamış mıydı zaten?
Ritschl, Nietzsche’ye kendi doğrularını bulmasında yardım etmiş ve bu yeni özgürlüğünde ona destek olmuştu. Ancak çok geçmeden Nietzsche’nin ilgisini, daha etkili başka bir güç çekti. Daha sonraları belirttiği gibi, ateizm onu Schopenhauer’a götürmüştü. Bundan kısa bir süre sonra yazdığı otobiyografisinde bu satırları kaleme aldı: “Bir gün yaşlı Rohn’un ikinci el dükkânında bir kitap buldum ve tereddütle sayfalarını çevirmeye başladım. O an şeytan bana fısıldadı: ‘Kitabı al!’ Odama girdiğimde bulduğum hazineyi alıp kendimi bir koltuğa attım ve bu güçlü ve kasvetli dehanın zihnimi ele geçirmesine izin verdim. Her satırın vazgeçmeyi haykırdığı bu kitapta, tüm dünyanın, hayatın ve kendi zihnimin korkunç bir ihtişamla yansıtıldığı dev bir ayna gördüm. Eşsiz bir sanat gözüyle hastalığı ve şifayı, sürgünü ve barınmayı, cenneti ve cehennemi buldum. Kendini tanımanın ve hatta kendini bitirmenin gerekliliği beni zorla ele geçirdi. Bu ani değişimin izleri, kendimi suçladığım, iyileşebilmek ve tüm insanlık ruhunun yenilenebilmesi için göğe doğru çaresizce baktığım günlüğümün huzursuz ve kasvetli sayfalarında hâlâ bulunabilir.”
Bu hikâyeyi unutmayın. Nietzsche kitaba rastladığında tek başına yürüyordu. Ardından kitabı alıp eve götürmesi için bir şeytan fısıldadı. Sayfalarında kendini ayna gibi yansıtan yalnız bir kahramanı, hastalığı ve şifayı, sürgünü ve barınmayı, cenneti ve cehennemi keşfetti. Onu baştan çıkaran şeytan, kalbine girmişti. Gözlerini yükseklere dikmişken ve tüm insanlığa karşı bir kahraman gibi hissederken, kendini bitirme ihtiyacı tarafından sonsuza dek ele geçirilmişti.
Nietzsche, henüz yirmi bir yaşındayken dipsiz bir kuyuya düşmüştü. Damarlarında Alman reformcuların kanı gururla akıyordu. Öğrenme arzusu yerini reform arzusuna bıraktı. Dünyayı, kendini ele geçiren şeytan görüntüsüyle yeniden şekillendirdi, tüm değer yargılarını değiştirdi ve zihninde cennetle cehennemi evlendirirdi. Cennet onun gelini, o da cennetin efendisiydi ve şeytan tahta çıkıp zalim topuğunun altında kadını ezdi.
Her şeye rağmen sevdiği şeyleri öldürmek ona işkence gibi geliyordu. Kendini daha önce hiç kimsenin olmadığı kadar acımasız olmaya zorlamalıydı. Cennetin siperlerinde şiddetle esecek, meleklere karşı zaferler kazanacak ve Thor’un baltasını Tanrı’nın göğsüne saplayacak kadar acımasız olmak, ona göre kutsal bir şeydi.
“Tüm düşünce ve arzularımı, kendimi küçümsediğim melankolimin önüne koyarak, daha sert, adaletsiz ve kendinden nefret eder biri oldum. Hatta kendime bedensel ceza bile uyguladım; kendimi iki hafta sabah ikide uyumaya ve saat tam altıda kalkmaya zorladım. Sinirsel asabiyetime yenik düştüm. Hayatın cazibesi, gösterişi ve düzenli çalışma disiplinim bana engel olmasaydı, aptallığım beni daha ne kadar ileri götürürdü kim bilir?” Öfkeli doğası onu sağlığına geri getirmenin yollarını ararken, şeytan ve insan, içinde hâkimiyet için savaş veriyordu. Dış dünyasındaki çekişme ise artık Ritschl ve Schopenhauer arasındaydı.
Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu’nda Raphael’in Transfiguration tablosunu kendi deneyimlerini temsil eden bir eser olarak değerlendirdi. “Resmin alt yarısındaki ele geçirilen adam,11 çaresizlik içindeki insanlar, dehşete düşmüş öğrenciler, bize dünyanın eşsiz temeli olan ebedi acının yansımasını gösteriyor. Daha sonra bu görünümden, saf mutluluk ve acısız düşüncelerden