Nietzsche’nin büyükannesi yeni evleri olarak Naumburg’u seçmişti. “Onu pek seven” yirmi dört yaşındaki genç dul anne de çok geçmeden peşinden geldi. Büyükannesinin bu şehirde birçok dostu vardı. Augusta halanın da aralarına katılmasıyla bu keder dolu kadınlar, tüm hislerini içlerine atarak beraberce yaşamaya başladı. Bütün hayatları çocukların etrafında dönüyordu artık. Büyükanneleri Bayan Nietzsche’yi çok katı buluyordu. Kendisinin de pek aşağı kalır yanı olmayan Rosalie hala da annesiyle aynı görüşteydi. Bayan Nietzsche’nin bu yeni evde de Nietzsche ailesine yaraşır bir şekilde davranması bekleniyordu.
Naumburg, Tanrı ve Kral’a itaat eden ve onlara karşı tüm görevlerini eksiksizce yerine getiren küçük muhafazakâr bir şehirdi. Büyükannesinin “işe yarar arkadaşları” annesini, “Ein’ feste Burg ist unser Gott”7 ilkesine sahip, şehirdeki hayatı belirleyen yüksek mahkeme camiasına girmeye zorlamıştı. Cesurca yaşamak ve daima ileriyi düşünmek, şehirdeki dışadönük demokrasi ve kalıtsal güçle gelen içe dönük aristokrasiden daha baskındı. Kral tarafından seçilmiş kişilerce yönetilen küçük bir Cenevre veya Boston gibiydi sanki.
Nietzsche’nin büyükannesi demokratik eğitime inanan bir kadındı, bu yüzden Nietzsche’yi bir devlet ilkokuluna yazdırdı. Fakat Nietzsche okula bir türlü uyum sağlayamadı. Okul arkadaşları ona “Küçük Papaz” lakabını takmıştı. Fritz’in kuralcı Prusya Krallığı’nın etkisi altında kaldığı çok belliydi.
Bir gün okul sonrası bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Tüm çocuklar sokak boyunca hızla koşarken Fritz, defterini örten şapkası ve şapkasını örten bir mendille yavaşça evinin yolunu tuttu. Onu gören annesi oğluna koşması için seslendi fakat Fritz hiç oralı olmadı. Eve sırılsıklam geldiği için azar yiyince kendini beğenmiş bir tavırla: “Ama anneciğim, okul kuralları gereği çocukların okul çıkışı sokaklarda koşup zıplaması yasak, evlerine sakin ve efendice gitmelidirler,” dedi.
Bu okul serüveni başarısızlıkla sonuçlanmış, Fritz’in büyükannesinin eğitimde demokrasiye duyduğu güven sarsılmıştı. Ecce Homo’da Nietzsche bunları söylüyor: “Sinir diye bir şey olmamalı insanda… Yalnızlıktan acı çekmek de hiç doğru değil -benim acı çektiğim tek şey ‘yalnızlık’tır. Aslına bakarsanız, daha yedi yaşımdayken hiç kimsenin sözünün bana ulaşamayacağını biliyordum. Bu yüzden benim üzüldüğümü gördünüz mü hiç?”
III
Şimdi beraber Nietzsche ailesinin ev yaşantısını bir hayal edelim. Çocukların eğitimiyle kafayı bozmuş ve sürekli birbirlerine laf yetiştirmeye çalışan dört kadınla yaşayan iki küçük kardeş düşünün. Yaşanan her olayın en ince ayrıntısına kadar uzunca tartışıldığı fakat hiçbir sonuca varılamadığı bir ev. Bayan Nietzsche aralarında en agresif olanlarıydı fakat iradesi o kadar da güçlü sayılmazdı, en azından Rosalie haladan daha güçlü bir iradeye sahipti. Bildiğimiz tek şey en iyimserlerinin artık evin işlerini üstlenen Augusta hala ve büyükanneleri olduğu. Rosalie hala artık tüm ilgisini “Hıristiyan hayır derneklerine” vermiş, bilim ve siyasete hiç olmadığı kadar ilgi duymaya başlamıştı. Bayan Nietzsche ise kızının dediğine göre insan ilişkilerine hep katı bir gerçeklik ve şüpheyle yaklaşıyordu. Fritz de bunun farkındaydı.
Nietzsche ve Elisabeth, baskıyla büyüyen çocuklara güzel birer örnek olabilir. Fritz, arkadaşlarıyla vakit geçirmekten kaçınan, çoğunlukla bilgiçlik taslayan saygılı biriydi. Melankolik düşünceleriyle baş başa kalabilmek için eline geçen her fırsatta tek başına manzarası güzel yerlere giderdi. Yabancılar karşısında utanır, huzursuz olurdu. Okul arkadaşları Fritz’in yanındayken kabaca konuşmaya cüret dahi edemezlerdi. Hatta çocuklardan biri bir keresinde: “Öyle bir bakışı var ki kelimeler boğazınızda düğümlenir kalır,” demiştir.
Tüm bunlara rağmen bu yıllarda Fritz’in gücü ve sağlığı bir hayli yerindeydi, hatta okul maçlarında hep birinci gelirdi. Gür saçları omuzlarına dökülen, açık tenli ve tıknaz bu küçük çocuğun al al yanakları ve masum bakışlarıyla içinizi parçalayan yusyuvarlak gözleri vardı. Bir gün bakanlıkta çalışabilmek için can atıyordu, tabii bu isteğinde aile geleneği olduğu için daha küçüklüğünden beri baskı yapan Nietzsche ailesinin payı büyüktü. Fritz, kız kardeşine kendini kontrol edebilmeyi ve kederle haksızlık karşısında her zaman güler yüzlü olabilmeyi öğretebilsin diye ailesi, babasının meziyetlerini anlata anlata bitiremez, her konuda onu örnek gösterirlerdi. “Bir keresinde halalarımızdan biri gururla ‘Biz Nietzsche ailesi yalanlara hiç tahammül edemeyiz!’ dedi.” Bu uyarıyla kime gönderme yapmıştı acaba?
Bir gün çocuklar Bohemian sınırlarındaki bir papaz evine gittiler. Kilisenin yer aldığı tepenin geçmişi çok eskilere dayanıyordu ve bahçesinde tarihi bir adak taşı vardı. Bir keresinde Fritz, kız kardeşini bu tepeye çıkardı ve beraber sessizce çeşitli taş ve yağan yağmurla açığa çıkan kemikleri topladılar. İncil’in çocuklar için olan resimli versiyonundaki Hz. İbrahim gibi küçük bir adak alanı oluşturdular ve üzerine topladıkları kemikleri serpip, çalı çırpı yığdıktan sonra hepsini ateşe verdiler. Gelen yanık kokusuyla kilisenin yandığını sanarak aceleyle dışarı fırlayan Papaz, karşısında ellerinde çam meşalelerle yanmakta olan yığın etrafında dönen ve kutsal bir tınıyla “Odin, duy bizi!” diye bağıran Fritz ve Elisabeth’i buldu.
Bu zamanlar iki kardeş arasında sıkı bir anlaşma vardı. Lisbeth, ne zaman kardeşinin ihtiyacı olsa onu savunmak için bir koşu yanına gelirdi. Bir gün beraber eski bir doğa tarihi kitabına bakarken Fritz, lamanın tanımını kız kardeşine yüksek sesle okudu: “Lamalar, oldukça sıradışı hayvanlardır. En ağır yükleri bile sırtlarında büyük bir mutlulukla taşırlar. Fakat bir şeye zorlandıklarında veya sahipleri tarafından hor görüldüklerinde, yemeden içmeden kesilir ve yere yatıp ölmeyi beklerler.” Fritz gülerek bu tanımın kardeşine birebir uyduğunu söyledi. Hatta o günden sonra ona “Lama” diye seslenmeye başlamıştı.
Çocukken oynadıkları oyunlara hep Fritz öncülük ederdi. Tıpkı Emily Brontë ve kardeşlerinin Angora ve Gonal’da8 yaşadıkları gibi, Fritz de kız kardeşi Lisbeth’le gerçek hayattan kaçıp, I. Sincap Kral ismindeki Çinli bir sincabın yönettiği hayal dünyasında yaşardı. Onların krallıkları da uzun yıllar boyu savaş tehdidi altında kalmış ve bunun sonucunda birçok asker ülkeleri için cesurca savaşarak şehit düşmüştü. Daha sonraları, bu ülke yerini Truva antik kentine bıraktı ve savaşlarda tanrılar da boy göstermeye başladı. Hatta bir keresinde Nay, Fritz ve arkadaşı Pinder, Olympus’un Tanrıları adında bir tiyatro yazıp birbirlerine çeşitli Yunan isimleri takmışlardı.
Bir gün Naumburg’a bir ip cambazı geldi ve ipini sokağın bir ucundan diğer ucuna gerdi. Onun havadaki bu dengeli ve endişesiz hali, Fritz’i epey etkilemişti. Daha sonraları Zerdüşt de sokak ortasında bir ip cambazının performansını izleyecekti.
Fritz on yaşına bastığında tüm dünyası müzik ve kitaplardan ibaretti. Pinder şiirden, Krug ise müzikten hoşlanıyordu. Beraber ayrılmaz bir üçlü olmuşlardı. O sıralar şiir yazmaya başlayan Fritz, eserlerini pek beğenmez, sadece en güzel olanları saklardı. Bunları daha sonra