“Bak! Ali’nin de çantasında sapanı var ama onu hiçbir canlıya zarar verirken görmedik.” dedi Aslı.
Aslı’nın söylediği gibi gerçekten de çok güzel bir sapanı vardı Ali’nin. Babası özel olarak yaptırmıştı onun için. Ayrıca sırtından hiç indirmediği ve gerekebilecek eşyaları her zaman içinde taşıdığı bir de çantası vardı. Sapanını da birkaç eşyası gibi çantasından hiç eksik etmezdi.
Meraklı ama daha çok kuşkucu bir sesle, “Öyle mi Ali? Göstersene! Sahiden de sapanın var mı?” diye sordu Şahin. Ali, Şahin’le muhatap olmak istemiyordu sorun çıkmasın diye. Bu yüzden sadece evet anlamına gelecek şekilde başını aşağı yukarı sallamakla yetindi. Şahin, Ali’ye doğru yaklaştı ve çantasından sapanını çıkarmasını istedi. Ali bu sefer de hayır anlamında başını sağa sola salladı. Şahin, biraz da ısrarcı bir şekilde, “Peki sen ne yapıyorsun çantandan hiç çıkarmadığın bu hayalî sapanınla?” diye sordu.
Ali, Şahin’i ikna etmek zorunda hissetmiyordu kendini ama bir başka canlıya zarar vermesini engellemek için ona nazikçe anlatmaya çalıştı. “Mesela bakkaldan aldığın boş plastik şişeleri bir duvarın önüne dizip onlara hedef alabilirsin.” Bir süre düşündükten sonra küçümseyici bir tavırla, “Sıkıcı…” diye cevap verdi Şahin. “Hayır, hiç de sıkıcı değil. Hatta eğer istersen…” dedi ama bir an duraksadı Ali. Kendisi çok güzel hedef alabiliyordu ve bir an için Şahin’le yarışırsa onu yenebileceğini düşündü. “Eğer istersem ne?..” diyerek kaşlarını kaldırdı Şahin. İş kızışacağa benziyordu…
En sonunda balkonda dört dolanan Oya Hanım daha fazla dayanamadı ve “Hadi bakayım çocuğum! Hadi herkes evine! Hem bakın güneş geçecek başınıza. Kahvaltılarını güzel yapmazlar… Öğle yemeklerini düzgün yemezler… Sonra da güneşin altında sabahtan akşama kadar dışarıda! Bayılıp kalacaklar sokakta bir başlarına… Hadi bakayım. Herkes eve… Güneş biraz insin, yine çıkarsınız yemeklerinizi yedikten sonra! Hepsinin anası babası da işte!.. Başıma kalacaklar en sonunda o olacak! Aaah ah! Rahmetli Celal Bey burada olacaktı şimdi… Böyle mi olurdu! Hadi bakayım çocuğum… Bak karpuz da var. Koskoca karpuzu keserken kollarımda derman kalmadı zaten… Hadi yavrum!”
Oya Hanım böyle söylenedursun, Şahin çoktan oradan uzaklaşmıştı bile. Şahin’in yerinde yeller estiğini gören güzelim kumrular bile rahat bir nefes almıştı. Ali’nin yukarı doğru, “Tamam anneanne, birazdan geliyoruz!” diye seslendiğini duyan Oya Hanım balkondan içeri girerken bile hâlâ rahmetlinin adını sayıklıyordu.
Oya Hanım’ın rahmetli diye bahsettiği Celal Bey Oya Hanım’ın eşiydi, Ali’nin de dedesi oluyordu. Ali henüz 1 yaşında bile değildi Celal Bey vefat ettiğinde. Yani o özlem ve sabırsızlıkla beklediği torunu Ali’yle doya doya vakit geçirememişti hiç. Çok fazla hayali ve planı vardı torunuyla ilgili ama maalesef sağlığı müsaade etmemiş ve Ali doğduktan kısa bir süre sonra vefat etmişti.
Karnı zaten çok acıkan Memo kardeşi Aslı’yı, “Hadi gidelim, yine çıkarız.’’ diyerek yanına çağırdı. Aslı’nın da karnı acıkmıştı, abisi gibi o da bahçe kapısına yöneldi. Ali de eve çıkmadan önce sırt çantasını kontrol ediyordu bahçede bir eşyasını bıraktı mı acaba diye. Bu üç afacan tam eve gitmeye hazırlanıyordu ki arkadan Nisa’nın sesini duydular. “Hey! Hadi birkaç el istop oynayalım da öyle çıkalım evlere!”
Nisa’nın bu teklifi çok cezbedici geliyordu kulağa. Hem zaten birkaç hafta sonra herkes yaz tatilini geçireceği yere gidecek ve bir süreliğine ayrı kalacaklardı. Birlikte biraz daha zaman geçirmenin kimseye bir zararı olmazdı.
Aslı ile Memo birbirlerine baktılar, Ali de artık balkonda olmayan anneannesine.
“İyi, peki madem. Ama sadece birkaç el. Sonra yemeğe çıkacağız çünkü ben çok acıktım. Anlaştık mı?” dedi Aslı.
Yüzlerindeki o tatlı tebessüm sessiz bir anlaşmanın imzası gibiydi.
2
Renkli İstop
Yeni oyunlarına başlamadan önce dördü de dizilmiş ve bir kare oluşturmuşlardı. Tam ortalarında yılların eskitemediği ve üstünde siyah beşgen şekilleri olan sarı renkli topları duruyordu. Hem mahalledeki okuldan okul arkadaşı hem de oturdukları sokaktan komşu olan dört afacanın belki de tek ortak eşyaları bu sarı toptu. Sarısı o kadar parlaktı ki “fosforlu sarı’’ bile denebilirdi bu top için. Hatta bazen, gece vakti elektrikler kesildiğinde bahçede dikkat çeken tek şey bu sarı top oluyordu.
“Ooo… Portakalı soydum,
Baş ucuma koydum,
Ben bir yalan uydurdum!
Duma duma dum! Kırmızı mum!”
Aslı’nın söylediği bu tekerlemenin sonunda oyuna başlayacak kişi Memo çıkmıştı. Memo yerdeki topu alıp havaya atmadan önce etrafını iyice kolaçan etti. Çocuklar da sabırsız bir şekilde topun havaya atılmasını bekliyordu.
Nisa, Memo’nun topu havaya atmasını ve içlerinden birinin ismini söylemesini beklerken ayağıyla yere vurarak “Hadi! Hadi!” diye tempo tutuyordu. Aslı ise kendi isminin söylenmesi ve topu zamanında tutamaması durumunda arkadaşlarına söyleyeceği rengin mor mu yoksa eflatun mu olması gerektiğini aklından geçiriyordu. Sıra ona geldiğinde bulunabilecek en zor rengi söylemeliydi.
Memo, herkes hazır olduğunda olanca kuvvetliyle topu havaya fırlattı. Top bir füze gibi o kadar yukarı gitti ki Memo’nun bu kuvveti karşısında hepsinin ağzı birkaç saniye açık kaldı, sonrasında hemen toparlanıp sağa sola kaçışmaya başladılar. Ali hariç. Çünkü Memo, top en tepedeyken “Ali!” demişti, yani yere değmeden önce Ali’nin topu tutması gerekiyordu. Ali topu yakalamadan önce göz ucuyla arkadaşlarına baktı ve hepsinin yerlerini çabucak tespit etti. En uzakta olan Nisa’yı gözüne kestirmişti bile. Arkadaşları da bir yandan topu tutabilecek mi tutamayacak mı diye ona bakıyorlardı.
Ali yere değmeden önce topu yakaladı ve “İstop!” diye bağırdı. Bu, arkadaşlarının durması için bir ünlem sözüydü. Bu sözü duyan arkadaşları kaçışmayı bırakıp oldukları yerde donakaldılar. Şimdi Ali yerlerinden kımıldamayan arkadaşlarına bakıyordu tek tek. Garip bir pozisyonda kaldıkları için çok komik görünüyorlardı. Bu komik anı bozmak istemese de oyunun devam etmesi gerekiyordu.
Bu kez de Ali olanca kuvvetiyle topu havaya attı ve “Nisa!” diye bağırdı. Bunu duyan Nisa, etrafındaki rengârenk çiçeklere basmamaya çalışarak topun düşeceği yere doğru koştu. Diğerleri de birbirine çarpmamaya çalışarak sağa sola kaçışıyorlardı.
Oyun henüz başlamıştı ama güneş en tepede olduğu için dördü de ter içinde kalmıştı. Üstlerindeki kıyafetleri sıksalar bir bardak dolusu ter çıkabilirdi. Yüzleri sıcaktan sucuk gibi olmuştu. Yanlarında suları da olmayınca dudakları susuzluktan birbirine yapışmıştı. Bahçede bir musluk vardı ama bu suyun içilip içilemediğiyle ilgili türlü söylentiler dolanıyordu, bu yüzden o musluktan su içme fikri onlara pek cazip gelmiyordu.
Nisa da topu yakaladı ve “İstop!” diye bağırdı. Çocuklar o kadar hareketli ve akıllıydılar ki bir türlü yenilmiyorlardı. Şimdi yine birer heykel gibi kıpırdamadan yerlerinde duruyorlardı. Nisa onun olduğu tarafa bakmasa da en uzakta olan Aslı’yı seçmişti bile. Birkaç saniye bekledikten sonra, “Aslı!”