1
Saklambaç
Tatilin başlamasına yani karnelerin alınıp okulların kapanmasına sadece birkaç hafta kalmıştı. Yaz mevsiminin daha yeni başlamasına rağmen kavurucu bir sıcak vardı havada. Hatta hava o kadar sıcaktı ki bakkaldan alıp eve götürdüğünüz yumurtalardan biri yanlışlıkla yere düşüp kırılsa, yolun üstünde kendiliğinden pişebilirdi.
Neyse ki Ali ve ailesinin yaşadığı müstakil evin bahçesindeki ağaçlar çocuklara biraz olsun gölge sağlıyor, onların sıcaktan bunalmasını engelliyordu. Bahçenin içinde oldukları için saklansalar da koştursalar da güvendeydi çocuklar. Küçüklüklerinden beri bahçesinde oynadıkları, avuçlarının içi gibi bildikleri ve çocuklar için hiçbir tehlikesi bulunmayan bu ev Ali’nin ailesine aitti. Kentsel dönüşüme gitmiş kimliksiz binalara meydan okuyan birkaç müstakil evden biriydi. İkinci katına kadar mor sümbüller uzanan evin şirin mi şirin bir bahçesi, bahçesinde tek arabalık bir garajı ve aynı zamanda fazla kullanılmayan bir de deposu vardı. Beton yığınlarının içinde, toprağa bile değmeden yaşayıp giden birçok çocuğun aksine, bu evin bahçesinde neşeli saatler geçiriyordu çocuklar.
Bir saattir oynadıkları ve belki de sokak oyunlarının en keyiflisi olan saklambaç oyununda ebe olma sırası şimdi Ali’deydi. Ali, ön bahçenin tam orta yerindeki asırlık zeytin ağacının gövdesine yumulmuş, bir koluyla da gözlerini kapatmıştı. Gerçi koluyla gözlerini kapatmasına gerek yoktu çünkü Ali asla yalan söylemezdi; ama olsun, bu oyun böyle oynanıyordu. Diğer çocuklar da saklanmak için sağa sola kaçışmışlardı.
Bu “diğer çocuklar”, evin sağ yanındaki apartmanda oturan Memo ve Aslı kardeşler ile evin sol yanındaki apartmanda oturan Nisa oluyor.
Ali dışından, sesli bir şekilde sayıyordu, “26, 27, 28…” diye. Memo her zamanki gibi geniş gövdeli çınar ağacının arkasında, Aslı ise garajın önünde duran, hiçbir zaman yerinden kımıldatılmayan ve üstüne çocukların, “Beni yıka!” yazdığı, her yeri toz içindeki kırmızı arabanın arkasındaydı. Arabanın arka camındaki yazının hemen yanında bir de gülen surat vardı. Bu yazıyı iki gün önce Aslı yazmış, gülen suratı da Nisa çizmişti.
Ali, 50’ye kadar saymayı bitirdi ve hızlıca, “Önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe!” uyarısını yaptıktan sonra arkasını dönüp arkadaşlarını aramaya başladı. Aslı’nın nerede olduğunu aşağı yukarı tahmin edebiliyordu Ali, bu yüzden kıyafetlerinin pislenmesine aldırış etmeden hemen yere eğildi ve arabanın altından yeşil ayakkabıları gördü. Bu ayakkabılar Aslı’ya aitti. “Aslı… Arabanın arkasındasın! Sobe!” Arabanın arkasından çıkan Aslı söylenmeye başladı. “Ya öf! Nasıl anladın hemen!”
“E hep oraya saklanıyorsun sen de!” Ali durmadı, bakınmaya devam etti. “Memo! Sen de çınar ağacının arkasındasın… Sobe!”
“Beni nasıl gördün sen oradan?”
“Bize bakarken şapkanın ucu göründü akıllım, bir dahakine şapkanı ters takmayı dene!”
Ali bu iki kardeşi kıskıvrak yakalamıştı ama Nisa ortalarda görünmüyordu. Gözlerini yumduğu zeytin ağacının yanından sessizce, temkinli bir şekilde ayrılmaya karar verdi Ali. Bir yandan da Nisa’nın onu ebelemesini engellemek için çevresini kolaçan ediyordu kıstığı gözleriyle.
O sırada Nisa, saklandığı yerden arkadaşlarının konuşmalarını duyabiliyordu. Hatta Memo ile beraber kaçışmışlardı o tarafa doğru ama Nisa bulunmamak için farklı bir yeri tercih etmişti son anda. Sesini çıkartmadan duruyordu şimdi saklandığı yerde. Ali, Nisa’nın saklandığı tarafa henüz uğramamıştı ama gelmesi an meselesiydi. Nisa “kurt” olmak için uğraşıyordu; yani bulunamayıp en sonunda Ali’nin pes etmesi içindi bunca çaba. Elbette bir sonraki elde ebe olmamayı da garantileyecekti böylece.
Ama ortada bir sorun vardı: Tayga yanına gelmişti ve onunla oynamasını istediği için Nisa’nın saklandığı yerde dört dönüyordu. Nisa fısıltı ve ufak el kol hareketleriyle onu kovalamaya çalışsa da Tayga’nın oradan ayrılmaya niyeti yoktu. Tayga mahallenin köpeğiydi ama cinsini ve yaşını kimsecikler bilmezdi. Sokağın kedileri dâhil herkesle çok iyi anlaşırdı ama hiç sevmediği, hatta görünce sinirlendiği iki şey vardı. Birincisi, kaldırıma park edilen motorlar. İkincisi ise birbirine selam vermeyen komşular. Bu iki şeyi herkes bildiği için Tayga’yı kızdırmamak adına sokakta bir birine, “Günaydın, hayırlı günler, kolay gelsin…” der ve eğer varsa motorlarını asla kaldırıma park etmezlerdi.
Ali henüz bir bebekken, emeklediği zamanlardan bile ezbere bildiği bahçenin her köşesine baktı ama Nisa ortalarda görünmüyordu. Kontrol etmediği tek bir yer kalmıştı: uzun zamandır kimsenin adım atmadığı deponun arka tarafı. Otur dukları evden bağımsız olan bu depo büyük değildi ama küçük de sayılmazdı. Deponun etrafında hızlıca bir tur attıktan sonra Nisa’yı orada bulamayacağını anladı ve hemen kaleye yani zeytin ağacına geri dönmek istedi. Nisa’nın saklandığı yerden kendisini gözetlediğini biliyordu. Arkalardan bir yerlerden dolanıp, “Sobe! Sobe!” diye bağırması işten bile değildi.
Ali tam da geriye dönmüş kalesine doğru gidiyordu ki uzaktan, “Nisa buradaaa… Nisaaa buradaaa…” diye bağırdı biri. Memo ile Aslı, “Kim olabilir ki bu Nisa’nın yerini söyleyen?” diyerek şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Ali zeytin ağacına yaklaşırken arkadaşlarının bakışmalarından anlamış olacaktı ki kollarını iki yana açıp, “Kim olacak, Şahin!” diye cevap verdi onlara.
Şahin, mahalledeki birçok arkadaşının oyununu sürekli bozan bir çocuktu. Lütfen demeyi ve teşekkür etmeyi pek bilmez ve maalesef arkadaşlarına lakaplar takardı. Aslında mahalledeki çocuklar onu oyunlarına katmak ister ama Şahin bir süre sonra mızıkçılık yaparak arkadaşlarının huzurunu bozar ve oyundan ayrılırdı. “Lan!” diyerek konuşmayı kendine âdet edinmişti, hatta birçok defa kötü söz söylediğini bile duymuştu arkadaşları.
Saklandığı çöp konteynırının arkasından çıkarken çok sinirliydi Nisa. Sabırla beklediği dakikaları boşa gitmişti Şahin yüzünden. Şahin’in üstüne doğru yürürken, “Neden böyle yapıyorsun her seferinde! Şurada bizim oyunumuza katılmak varken bu yaptığın iyi oluyor mu?” diye sordu Nisa. “Söyledim lan işte… Var mı diyeceğin?” diyerek aynı umursamaz tavrını sürdürdü Şahin.
Tayga’nın havlamaları da eklenince ortam gerilmişti, kavga çıkacağa benziyordu. Bunu önlemek için Memo her zamanki gibi sakin ve kendinden emin tebessümüyle ileri atıldı ve kavga etmesinler diye ikisinin arasına girdi.
Şahin bizim dört kafadardan bir yaş büyüktü ama içlerinde en irileri ve kuvvetlisi de Memo’ydu. Kim ne derse desin, başkaları ne yaparsa yapsın, cüssesinin ona sağladığı avantajı asla kötüye kullanmazdı Memo. Her zaman olduğu gibi son derece nazik bir şekilde ikisine de, “Yapmayın.” diyerek Nisa ve Şahin’i ayırdı.
Şahin bu sırada cebinden sapanını çıkarmış, çınar ağacının üstüne tünemiş güzelim kumruları gözüne kestirmişti bile. Yerden aldığı minik bir çakıl taşıyla kuşları vurmaya çalışacaktı. Yaşananlardan habersiz kumrular da tüm güzellikleriyle etrafı izliyorlardı. O zamana kadar hiç sesini çıkarmayan Aslı, Şahin’in kuşları vurmak istediğini fark edince olaya müdahale etmek istedi ve “Yapma Şahin!” diye olanca gücüyle bağırdı. Aslında çok sessiz, sakin bir kızdı Aslı ama öyle kuvvetli bağırmıştı ki korumak istediği kumrular bile korkmuş ve oldukları yerden havalanarak bir başka ağaca uçmuşlardı. Tayga bile Aslı’nın sesinden ürkmüş ve bulabildiği ilk ağacın gölgesine gidip sessizce yatmıştı.
“Aferin sana dört göz Aslı! Senin yüzünden hedefler kaçtı.”
“Düzgün konuş! Bana lakap takamazsın.”
“Ama siz Mehmet’e Memo diyorsunuz…”
“Biz ondan izin aldık, izin vermemiş olsa söylemezdik her hâlde!”
Bu sırada kimse farkında değildi ama Oya Hanım, Aslı’nın bağırmasını duymuş olacaktı ki telaşla balkona çıkmıştı ve bahçede yaşanan olayı anlamaya çalışıyordu. Ali’nin anneannesiydi Oya Hanım. Çok tatlı bir kadıncağızdı ama laf aramızda biraz asabi, biraz da heyecanlıydı.