Kendi zamanımda Dolmabahçe Sarayı’na neredeyse hiç gitmediğim söylenebilir. Yanlış hatırlamıyorsam bir kere ilkokulda götürmüşlerdi ama daha sonrasında bir daha hiç uğramamıştım. Uğramak mı istememiştim acaba? Ne ailem ne de arkadaşlarımın aklından bir kez olsun Dolmabahçe Sarayı’nı ziyaret etmek geçmemişti. Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla bana göre son derece soğuk bir yerdi zaten. Hatta sadece o meşhur yatak odası kalmıştı aklımda. Bir insanın öldüğü oda… Ne kasvetli bir mekândı küçük bir çocuk için. Kabul ediyorum, konu elbette eğlenceden çok uzaktı ama en azından çocukların zihninde güzel hatıralar uyandırmak adına bir şeyler yapılabilirdi.
Şükran’dan öğrendiğim kadarıyla Atatürk kendisiyle görüşme amacı olmayan, yani yalnızca sarayı gezmek isteyen yerli ve yabancı turistlere, resmi ziyaretçilere sarayı gezmeleri için müsaade etmişti. O da sadece bazı günlerle sınırlıydı. Bu günlerde de saraya girebilmek için valilikten onay aldığınızı belirten bir kâğıt getirmeniz gerekiyordu yanınızda. Valilikten izin almaya kalksam elbette şeceremi öğrenmek isteyeceklerdi ve muhtemel sonuçlara göre gideceğim yer saray değil yine hastane olacaktı. Şimdi ise kapıda bekleyen onca görevli olmasına rağmen Şükran’ın misafiri olarak içeriye rahatça girebilmiştim.
“Geldiniz işte… Nereden başlamak istersiniz?”
“Müsaade ederseniz ben biraz kendim dolaşmak istiyorum. Ayrıca sizin de kıymetli vaktinizi almak istemem. Önce binanın cephesini dolaşıp ayrıntıları inceleyeceğim. İçeriye girmek istediğimde sizi bulurum. Uygun mudur?”
“Tamam ama şu ileride gördüğünüz bölümün arka tarafına geçmeyin olur mu? Bu cephenin istediğiniz yerini dolaşabilirsiniz.”
“Neden, ne var o bölümde?”
“Siz şimdilik geçmeyin, ben size daha sonra anlatırım ve hatta belki beraber gezeriz fırsat olursa.”
Tahmin ettiğim kadarıyla Şükran istemeden de olsa bana Atatürk’ü nerede bulabileceğimin ipucunu vermişti. Şimdi çözmem gereken mesele, koskoca mekânın içinde Atatürk’ü bulmak değil, muhakkak ortaya çıkacak bu durumun Şükran tarafından nasıl karşılanacağıydı. Bana yaptığı onca iyilikten sonra onu mahcup edemezdim, işinden bile olabilirdi. Ayrıca bir şekilde ona muhtaçtım, arkadaşının evinde kalıyordum neticede. Fakat bütün mazeretlerin ötesinde ona âşıktım. Açıkça söylemek gerekirse kendi zamanımda bile böyle bir hissiyatı tatmamıştım. Fakat ne yapabilirdim, böyle bir tarihte uyanıp Atatürk’e ulaşmaktan daha önemli ne işim olabilirdi ki?
Bir süreliğine Boğaz’ın eşsiz görüntüsüne dalıp bunları düşündüm. Kız Kulesi, vapurlar, üstleri köpük köpük dalgalar ve kahkahaları hiç değişmeyen martılar; hepsi de tek tek hayatın akışından nasibini alıyordu. Karşımda tüm heybetiyle duran Çamlıca Tepesi’ne ilişti gözüm. Kendi zamanımda, etrafındaki çirkin yapılaşma ve sevimsiz bir kuleyle ihtişamını kaybetmiş gibi duran tepe şimdi koskoca bir dağ gibi karşımdaydı. O da hayatın akışından nasibini alıyor; zaman, çoğu kez ilaç olsa da irili ufaklı birçok şey için de yıkım getiriyordu. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldıktan sonra arkamı dönüp Atatürk’ü aramaya başladım. Söylemesi bile bir garip değil mi? Siz bir de hissettiklerimi düşünün!
Dikkat çekmemek adına sarayın kapı ve pencereleri etrafındaki süsleri izleyerek Şükran’ın bana, “Geçme!” dediği arka kısma doğru ilerlemeye başladım. Soran olursa da bahanem hazırdı, mimarlık öğrencisi olduğumu ve sadece yapıyı incelediğimi söyleyecektim. Ayrıca o bölüme geçilmemesi gerektiğini gösteren tabelayı da görmemiştim. Tabii bu esnada tek dileğim kimsenin mimarlık hakkında bir soru sormamasıydı. Gerçi bu sefer de henüz ikinci sınıf öğrencisi olduğumu söyleyebilir (ki burası doğruydu) ve cahilliğimle durumu kurtarabilirdim. Hem içeride hem de bahçede gezen bir sürü ziyaretçi olduğu için dikkat çekmiyordum ama yine de ara sıra dönüp etrafa bir göz gezdirmekte fayda vardı. Hatta bunlardan bir tanesinde Şükran’la göz göze gelmiştik. Bir grup insanı çevrede dolaştırıyor ve onlara sarayın tarihini anlatıyordu. Tam bir zarafet timsaliydi. Bir süreliğine kendimi ondan alamasam da gözlerimi kamaştıran güneşin parlaklığı bana göreve dönme emrini vermişti. Görevi için yağmur çamur demeden yerlerde sürünen bir askerin hissiyatı neyse şu an ben de aynen öyle hissediyordum. Benim sayemde güzel günler görecektik, güneşli günler…
Binanın geçilmesi yasak olan köşesini döndüğümde yine son derece bakımlı ama tamamen boş bir bahçe karşıladı beni. Bahçede ismini bilmediğim birkaç ağaç ve heykel haricinde herhangi bir şey olmadığı için saklanabilecek bir yer bulamadım. Bu yüzden binaya sırtımı vererek yine kıyı kıyı ilerlemeye devam ettim. Az ileride gözüken ve uzun demirlerden oluşan bir çitle çevrelenmiş ikinci bir bahçeye yöneldim. Etrafta herhangi bir koruma veya asker görmemiştim, kimsecikler yoktu. Aslına bakarsanız ana kapıdan geçtikten sonra güvenlik adına kimseyi görmemiştim ama yine de temkinli olmalıydım. Demir çitin üstü sarmaşıklarla kaplı olduğu için doğal biçimde gizlenmiş kapıyı bulmam biraz zaman aldı. Kapının kilitli olduğunu tahmin ettiğim için geriye tek bir çare kalıyordu, çitlerin üstünden atlayacaktım. O ana kadar “sarayın bahçesinde kaybolmuş meraklı mimarlık öğrencisi” rolümü gayet iyi oynamıştım. Bir asker veya görevli beni görecek olsa, rahat tavırlarımdan dolayı herhangi bir kötü niyetim olmadığını anlayacak ve aslında bulunmam gereken yere doğru beni nazikçe yönlendirecekti. Ama bu çitlerin üstünden atlama meselesi kötü olmuştu, bunu gören biri haliyle niyetimden şüphe edebilirdi.
Sarayın arka tarafında kalan bu bölüme ışık doğrudan gelmediği için bahçenin neredeyse tamamı gölgede kalmıştı. Ayrıca vakit henüz öğleni bulmadığı için de güneş benden yanaydı, bu tarafa uğramamıştı henüz. Bu da işimi kolaylaştırıyordu. Etrafı kolaçan edip, çevrede kimseciklerin olmadığını anladıktan sonra en az sarmaşık kaplı yere, kapının hemen üstüne tırmanmaya başladım. Aslında kapı o kadar da yüksek değil, tahminimce sadece iki metre kadardı ama sarmaşıklar tırmanma işini zorlaştırıyordu. Yerden ayaklarım kesildiğinde, ses çıkarmamaya çalışarak kendimi yukarı doğru çektim ve biraz yükselip ayağımı diğer tarafa atmayı başardım. Şimdi vücudumun yarısı eski bahçede, diğer yarısı ise girmeye çalıştığım yeni bahçedeydi. Eğersiz eşeğe binmiş ve dengede durmaya çalışan bir köy bebesini andırıyor olmalıydım.
Geçmek istediğim tarafa baktığımda, sadece on beş yirmi metre ötemde, binanın yakınlarında, üstünde tabak çanaklar kurulu bir masa gördüm. Öğle yemeği ya da geç kahvaltı için hazırlanmış gibi duruyordu. Buna rağmen son derece şık bir sofraydı. Ben böyle gereksiz tespitler yapmaya çalışırken yakından gelen konuşmaları işittim, birileri geliyordu. Kalbimin ritmi hızlanmıştı, bu vaziyette yakalanmak hem utanç verici olurdu hem de tehlikeli. Komşunun bahçesindeki ağaçtan meyve aşırmaya benzemezdi. Kaçmama fırsat kalmadan binanın içinden, ellerinde tepsileriyle görevliler çıkmaya başladı. Üstlerindeki kıyafetlerden garson olduklarını hemen anlamıştım. Artık oraya gitmem mümkün değildi. Askerlere haber verseler tutuklanabilir ve hatta daha kötü sonuçlarla karşılaşabilirdim. Geri dönmeye karar verdiğimde garsonların yanına bir iki asker ve görevlinin daha eklendiğini gördüm. Betim benzim iyice atmış olmalıydı. Tam geriye atlamak üzereydim ki altımdaki kapının yavaş yavaş sallandığını hissetim. Dengemi bulmak için ufak tefek yaptığım hareketler, kapının daha da çok sallanmasına sebep oldu. Görevlilere baktım, masanın başında hazırda bekliyorlardı ama kimsenin beni gördüğü yoktu. Sonra