BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU. ALPER KARAAGAÇ. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: ALPER KARAAGAÇ
Издательство: Автор
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 9789752127791
Скачать книгу
gazeteci kimliğine çoktan bürünmüş olan Aydın’ın soruları kesinlikle bitmek bilmiyordu. Ben de bir yandan Atatürk’ün karşısına çıktığımda söyleyeceklerimi kafamda toparlamaya çalışıyordum ama bir yandan bilinmezlik, bir yandan az önce yaşadığım heyecanla başa çıkmaya çalışmak dikkatimi dağıtıyordu. Buna Aydın’ın soru bombardımanı da eklenince kafam iyice allak bullak olmuştu.

      Kız Kulesi’ni geçtiğimizde Boğaz tüm güzelliğiyle gözlerimin önündeydi artık. Köprülerden hiçbiri yerinde değildi ve tepelerin sırtları ufak tefek evlerin haricinde tamamen yemyeşildi. En güzeli ise bizim zamanımızda neredeyse gökyüzünü kapatan plazalardan bir tanesi bile yerinde yoktu. Onların yerine koca koca ağaçlarla donanmıştı Boğaz’ın sırtları. İçinde bulunduğum durum yüzünden aslında korkuyordum ama bir yandan da kendimi evimde hissediyordum, çünkü beşik gibi bir sağa bir sola sallanan balıkçı tekneleri sanki bana el sallıyor, kahkahalarıyla yeri göğü inleten martılar hep bir ağızdan, “Hoş geldin!” diyordu. “Hoş bulduk karbonhidrata alıştırdığımız etçil canlılar!”

      Az ileride bembeyaz duvarlarıyla Dolmabahçe Sarayı, tüm ihtişamıyla vapurun iskele tarafında belirdi. “Geçmişte uyanıp doğruca gitmek istediğin yer neresi?” diye sorsalar, acaba kaç kişinin aklına doğrudan Dolmabahçe Sarayı gelirdi? Mevzu aslında ne saray ne de başka bir mekândı, doğruca onun yanına gitmek istiyordum çünkü anlatacaklarım vardı. O an, vatan millet sevdasıyla öyle bir ruh haline bürünmüştüm ki zamanında o Samsun’a nasıl ayak bastıysa aynı hayallerle ben de şimdi Beşiktaş’a ayak basıyordum.

      4

      Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye uzanan ağaçlı yol şimdi her zamankinden daha güzel gözüküyor, göğe doğru uzanan çınar ağaçlarının yaprakları arasından sızan güneş yolumuzu aydınlatıyordu. Aydın, elinden bir an olsun bırakmadığı gazeteleri etrafımızdan gelip geçen insanlara satıyor, günlük parasını kazanmaya çalışıyordu. O durduğunda ben de biraz dinleniyor ve Atatürk’le ne konuşacağımın provasını tekrar tekrar aklımdan geçiriyordum. Anlatacağım, şikâyet edeceğim o kadar çok şey vardı ki nereden başlayacağımı seçemiyordum. Zamanımızda yaşanan tüm sıkıntılar parça parça geliyordu aklıma. Geliyordu gelmesine ama hangisinden başlayacağımı ve gerisini nasıl getireceğimi bir türlü toparlayamıyordum. En baştan başlamak istesem nereden başlardım acaba? Köy enstitülerinin kapatılması zaten başlı başına bir konuydu ama ben konuya tam olarak hâkim değildim ki! Nasıl anlatacaktım? Cumhuriyet döneminde açılan fabrikaların kapatılması, eğitim sistemimiz, terör örgütleri, ekonomi, yolsuzluk… Bunların belki de hepsini tek tek sıralayabilirdim ama gerisini nasıl getirecektim. Bu kafa karışıklığıyla dalmış olmalıydım ki Aydın beni, “Tufan abi geldik,” diyerek uyardı.

      Heyecandan ne yapacağımı bilemez haldeydim, geri dönmeyi bile düşündüm bir an. Kolay değildi, koskoca Atatürk’ün karşısına çıkacaktım. Karşısına çıkmak bir yana, bir de gelecekten geldiğimi ve ona haberler getirdiğimi söyleyecektim, kim olsa gülerdi buna. Güvenlik kulübesinin az ötesinde bir süre sakinleşmeye çalıştım. Soğuk bir denize iskeleden atlamak gibi bir heyecandı bu içimdeki.

      Bir süre sonra kendimi toparlayıp güvenlik kapısına yöneldim, askerler esas duruşta nöbet bekliyordu. Yanlarına gittim ve askerlerden bir tanesine içeri girmek istediğimi söyledim. Karşısına geçtiğim asker hiç kımıldamadan doğruca karşıya bakıyordu. İsteğimi tekrarladım, “İçeri girmek istiyorum, Atatürk’le görüşeceğim,” dedim. Askerin yüzünde inceden, çok ufak bir tebessüm belirdi. Elindeki tüfeğin dipçiği kadar sert yüz ifadesiyle duran bir askerin yüzünü de ancak böyle bir söz güldürebilirdi zaten. Aydın, “Abi o iş öyle olmaz,” diyerek beni arkamdan çekiştirmeye başladı. Ben orada çırpınıp dururken diğer yandan başka bir asker yanımıza geldi ve ne istediğimi sordu. Kendi zamanımda henüz askere gitmemiştim ama bu son gelen askerin rütbesinin diğerlerinden üstte olduğu her halinden belliydi. Fazla vakit kaybetmeden sorusunu yineledi. Bu sefer kendimden gayet emin bir şekilde gelecekten geldiğimi, içeri girmek istediğimi ve Atatürk’e anlatmam gereken önemli konular olduğunu tekrarladım. Bir süre yüzüme baktıktan sonra bu askerin yüzünde de aynı tebessüm belirdi. Bu gülümsemeyi görmek gerçekten sinir bozucuydu. Sonrasında “hadi kardeşim, işinize” der gibilerinden sırtımı sıvazlayarak beni oradan uzaklaştırmaya çalıştı. O da haklı, in miyim cin miyim? Şapkadan çıkar gibi olmazdı bu iş ve fakat başka bir yolu da yoktu. Sanırım.

      Mücadelem devam ediyordu ama ümidimi de yavaş yavaş kaybediyor gibiydim. Görüşürüm, görüşemezsin derken uzaktan bir hanımefendinin sesi duyuldu.

      “Müsaade edin, ben ilgileneyim.”

      Bakışlarımız ona çevrildiğinde, öyle bir şeyin bize gelmekte olduğunu gördüm ki hakikaten müsaade etmelilerdi ve benimle o ilgilenmeliydi. Omzunun üstüne düşen dalgalı saçları, zarif yürüyüşünün ufak esintisiyle sağa sola dalgalanıyor, ortaya çıkan beyaz incecik boynu zaman ve mekân algımı bir kez daha yerle bir ediyordu.

      “Buyurun Şükran Hanım,” dedi rütbeli asker ve nöbet tutan diğer askerlerin yanına döndü. Şükran Hanım buyuracaktı şimdi, buyursundu zaten o, ne isterse yapsındı o. Tüm güzelliğiyle kurtarıcı bir melek gibi karşımda duruyordu. Hafif bir gülümseme sonrasında, “Sizi dinliyorum,” dedi ama mavi gözleri beni olduğum yere mıhlamış ve çenemi kenetlemişti. Büyülenmiş gibiydim. Baktı benden ses çıkmayacak, söze kendisi başladı.

      “Nasıl yardımcı olabilirim size?”

      “Bana zaten sadece siz yardımcı olabilirsiniz.”

      “Saraya girmek istiyorsunuz anladığım kadarıyla.”

      “Aynen, nereden bildiniz?”

      “Valilik yazısı aldınız mı?”

      “Hayır, herhangi bir yazı filan almadım.”

      “Evet ama saraya ziyaretler haftada bir gün, o da şimdilik sadece salı günleri yapılabiliyor.”

      “E ben şimdi gideyim, salı günü geleyim o halde.”

      “Elbette, bekleriz ama gelirken valilikten yazı getirmeyi unutmayın lütfen.”

      O kadar etkileyici gözleri vardı ki özel durumumdan bahsedememiş ve sözü bir türlü Atatürk’le görüşme konusuna getirememiştim. Arkasını dönüp gidiyordu işte ve ben gözlerimi ondan bir saniye bile ayıramıyordum. Bu, saraya girmek için son fırsatım olabilirdi. Henüz fazla uzaklaşmamıştı ki bir an için kendimi toparladım ve pek de kendinden emin olmayan bir sesle arkasından, “Şükran Hanım!” diye seslendim. Haliyle arkasını dönüp bana baktı. Ama o ne muazzam dönüştü öyle! “Buyurun,” diyerek gülümsediği an, orada bambaşka bir boyuta geçmiştim sanki. Yüz hatları, gülüşü, yürüyüşü beni tamamen sarmalamış ve pek de alışık olmadığım bir his, tüm vücudumda bir karıncalanma etkisi yaratmıştı. Söze “gelecekten geldim” zırvasıyla başlamayacaktım, bu sefer ikna edici ve ağırbaşlı olmalıydım.

      Buralara yabancı olduğumu, kalacak bir yerim olmadığını söyledim ve Dolmabahçe’ye girmenin benim için çok önemli bir konu olduğunu anlatmaya çalıştım. Mümkün olduğu kadar nazik ama kararlı olmaya çalışıyordum ve fakat odaklanmakta çok zorlanıyordum, kelimeler birbirine karışıyordu. Ben kelimeleri toparlamaya çalışırken onun nazik ve sevecen gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmuyordu.

      “Kardeşiniz mi?”

      “Kim kardeşim mi?”

      “Yanınızdaki ufaklık.”

      Aydın’ı tamamen unutmuştum bile. Sadece Aydın’ı değil birçok şey kafamdan silinmişti. Bu sırada