“Aslında Aydın’la uzaktan akraba sayılırız. Dediği gibi, ben henüz yeni geldim İstanbul’a. Mimarlık okumak için. Dolmabahçe Sarayı’nı gezmek de hep hayallerimi süslemişti. Bu sebeple buradayım.”
Şükran Hanım pek inanmış gözükmüyordu ama tam bir zarafet timsali olduğu için beni bozmuyordu da. Hatta uzaktan durumun nereye varacağını anlamaya çalışan rütbeli askere “her şey yolunda” anlamında bir mimik bile yapmıştı.
“Kalacak yeriniz olmadığını söylemiştiniz. Oturduğum evin yakınlarında boş bir daire var, üstelik sahibini de tanıyorum. Dilerseniz sizi yönlendirebilirim.”
“Çok sevinirim. Ben sizin numaranızı alayım en iyisi.”
“Ne numarası?”
“Pardon, karıştırdım ben, affedersiniz. O halde ben sizi bekleyeyim buralarda bir yerlerde. Olur mu?”
“Pekâlâ, beş sularında buradan çıkacağım. Saat kulesinin önünde görüşürüz o halde.”
“Saat kulesi?”
“Müsaadenizle…”
Ben Şükran Hanım’ın arkasından donakalmış bakarken Aydın beni çekiştirerek diğer tarafa döndürdü. Saat kulesi! Ne güzel bir şeydi bu böyle. Elbette varlığından haberdardım ve hatta kendi zamanımda neredeyse haftada bir kere önünden geçiyordum ama koskoca kuleyi hiç incelememiştim.
Saat kulesi, arka fonunda Boğaz’da tam yol giden vapurlar ve üstünde bir sağa bir sola gezinen bulutlarla birlikte zamanın ilerlediğini anlatan bir resim gibiydi ve ben de zamanda geriye gitmiş, bu canlı resme bakıyordum şimdi. Kulenin altındaki irili ufaklı ağaçlara takıldı gözüm, kim bilir benim zamanımda ne haldeydiler. Gezi Parkı geldi aklıma. Acaba nasıl gözüküyordu şimdi? Paşanın karşısına çıktığımda anlatmaya bu konudan başlayabilirdim belki de. Parkın ne halde olduğunu görmek için Şükran Hanım’ın çıkış saatine kadar gidip dönebilir miyim diye düşündüysem de onu kaçırma ihtimali beni bu fikirden vazgeçirdi.
Aydın bir süre sonra yanımdan ayrıldı. Ayrılmadan önce yaptığı iyilikler için ona defalarca teşekkür ettim. Bu taraflara yolu düşerse ne yapıp edip beni mutlaka bulmasını rica ettim. Ben onu nerede bulabileceğimi gayet iyi biliyordum. Tekrar görüşeceğimizi ümit ederek birbirimizden ayrıldık. O giderken okulun ilk günü sınıfına teslim edilmiş ve yanından ayrılan velisinden kopmak istemeyen bir çocuk gibi hissettim kendimi.
Şükran Hanım’ı beklerken saat kulesinin altına oturdum ve gözlerimle Boğaziçi’ni taradım uzun uzun. Her ne kadar kafaya takmamaya çalışsam da 1938 yılına nasıl geldiğimi düşünmeye başladım. Acaba bu bir yetenek olabilir miydi? Eğer öyleyse ve farkına varmadan bu yeteneğimi kullandıysam bir daha nasıl yapabileceğimi keşfetmem gerekiyordu. Keşfettikten sonra da anladığım kadarıyla zamanda istediğim gibi yol alabilirdim. Daha da geçmişe ve hatta belki geleceğe bile gidebilirdim. Mekânı değiştirebiliyor muydum acaba? Her hâlükârda, hayatımın bundan sonraki yılları oldukça eğlenceli geçeceğe benziyordu. Şimdi bulunduğum yerin ve zamanın fırsatlarını değerlendirmeli ve tadını çıkarmalıydım. Şu anda olduğu gibi… Yinelemeden edemeyeceğim ama Boğaz’ın bu görüntüsü beni çok şaşırtıyordu. Etrafta ne köprü vardı ne de Boğaz’ın sırtlarını kaplayan binalar. Bu sade ve gösterişsiz haline rağmen İstanbul günümüzdekinden daha güzel ve daha renkliydi. Hele ki şu deniz… Dünyanın en güzel mavisi hemen önümde duran İstanbul Boğazı’nın mavisi olmalıydı. Vazgeçtim! En güzel mavi, omzuma hafifçe dokunup ninni gibi ses tonuyla, “Artık gidebiliriz,” diyen şu güzel gözlerin mavisiydi.
5
Şükran, Dolmabahçe Sarayı’nda tercüman olarak çalışıyordu. Atatürk’ün kalkınma projeleri sayesinde devlet tarafından birkaç yıl önce yurtdışına eğitim almaya gönderilmiş, filoloji okuduktan sonra ülkesine geri dönmüştü. Anadili gibi iki yabancı dili de gayet akıcı bir şekilde konuşuyordu. Anlattığına göre okuduğu okuldan yüksek bir dereceyle mezun olmuş ve sonrasında da Dolmabahçe Sarayı’nda işe alınmıştı. Dolmabahçe’nin Cumhurbaşkanlığı Sarayı olarak kullanılmaya başlanmasından sonra Atatürk, sarayı halkın ziyaretine açmış, böyle güzel bir yapıdan halkın da istifade etmesini istemişti. Haftanın belirli günlerinde yapılabilen bu ziyaretlere Şükran eşlik ediyor, yerli-yabancı turistlere saray hakkında bilgiler verip sarayı gezdiriyordu. Kendisi bu aralar işten arta kalan zamanlarında bana İstanbul’u gezdirmekle meşguldü.
Bu arada size yeni evimden de bahsetmek istiyorum. Galata Kulesi’nin hemen yakınlarında, içinde hazır mobilyaları olan giriş katı bir evdi. Şükran’ın bir arkadaşının, iş için bir süreliğine yurtdışı seyahatine gitmesiyle ev geçici olarak bana tahsis edilmişti. Üstelik, benim zamanımda herkesin bir sürü para verip de kalmak isteyeceği bu eve herhangi bir ücret vermem de gerekmiyordu. Şükran bunun sadece bir aylığına, ben bir iş buluncaya kadar geçerli olduğunu nazik bir şekilde belirtmişti bana. Ben de seve seve kabul ettim elbette ama şimdi bir de iş bulma sorunu çıkmıştı ortaya. Şükran’a ayıp olmasın diye, “Onu da sen bul,” diyemedim, utandım açıkçası. Sağ olsun, cebime biraz para bile sıkıştırmıştı bir süre yetecek kadar, elbette borç olarak.
Bu arada Şükran henüz benim gelecekten geldiğimi filan bilmiyor. Herkes gibi o da beni deli zannetmesin diye söyleyemedim bir türlü. Laf aramızda, ben size “Şükran” diye anlatıyorum ama henüz “siz-biz” faslını geçemedik, “hanımlı-beyli” konuşuyoruz hâlâ. Bu dönemde zaten herkes böyle, birbirine ismiyle hitap edene denk gelmedim henüz.
Seksen beş yıl öncesinin Türkiye’sinde bir hanımla yan yana yürümenin ve hatta oturup, çay bahçesinde bir şeyler yiyip içmenin kabul edilemez bir şey olduğunu düşündüğüm için bir süre utanıp sıkılarak hareket ettim fakat sonrasında usulüne göre davranıldığı zaman bunların hiçbirinin etrafta bir sorun teşkil etmediğini gördüm. 1938 yılındaki İstanbul kendi zamanımdaki İstanbul’dan çok farklıydı elbette. Öncelikle etnik ve kültürel anlamda daha huzurlu ve çok daha sakindi. Kendi zamanımdaki Türkiye’den daha çağdaş ve daha anlayışlı bir Türkiye’de yaşıyorum şu anda. Elbette ben kendi zamanımda İstanbul’un sadece bir kesiminde bulunduğum için bunu genellemeye yaymam belki yanlıştır ama sadece eski Beyoğlu ile yenisini karşılaştırmak bile kendi zamanımda yaşadığım durumun vahametini anlamaya yetiyor. Keşke yanımda telefonum olsaydı da şu insanların şıklığını, karizmasını size gösterebilseydim. Sadece giyim tarzları değil; insanların birbirleriyle yaptıkları konuşmaları, hareketleri ve hatta mimikleri bile o kadar ölçülüydü ki kendi zamanıma dönersem ben de böyle davranabileyim diye hepsini tek tek inceliyordum. Bir yemek yemeleri vardı ki sanırsınız şiir okuyorlar. İçlerinden biri, benim zamanımda hamburgeri nasıl yediğimi görse herhalde eski çağlardan kalma bir mağara adamıyla karşılaştığını sanırdı.
Haziranın henüz ilk haftası olmasına rağmen hava bir hayli sıcaktı. Sorduğum kadarıyla klimanın icadından birçok kişi haberdardı ama Türkiye’ye henüz gelmemişti. Buralarda yaşayacaksam para kazanmanın bir yolunu bulmalıydım. Gerekli iletişimleri kurup Türkiye’ye klima getirtebilir miyim diye düşündüm ama ne sermayem ne de Şükran haricinde başka bir tanıdığım vardı etrafta. Aklım sürekli, yurtdışından ne getirtip satabilirim diye çalışıyordu. Buralarda Starbucks tarzı bir işletme açsam