Yatağın üstüne attığım gazeteyi tekrar aldım. İlk sayfada Atatürk’ün fotoğrafı vardı, Haydarpaşa’da çekilmişti. Doğru ya! Atatürk hayattaydı! İstanbul’a geldiğini yazıyordu gazete. Bir süre mırıldanarak ayrıntıları okuduktan sonra kafamı gazeteden kaldırıp Aydın’a baktım. Aydın gayet şaşkın bir ifadeyle film izler gibi hâlâ beni izliyordu. “Aydın, Atatürk hayatta!” dedim. Endişeli bir şekilde, “Elbette abi… Neden olmasın! Allah korusun!” dedi. Nedense Aydın’ın endişesi beni sevindirmişti. “Hatta geçen gün seninle garda karşılaştığımızda kalabalığın içinde o vardı, halk onu karşılamaya gelmişti zaten,” dedi. Gazete de aynen bunu yazıyordu. Atatürk Hatay’dan Ankara’ya gitmiş, sonrasında da o gün İstanbul’a gelmişti.
Nedense içime bir ümit ışığı doğdu. Şimdi şimdi anlıyordum, acaba geçmişte uyanmamın bununla bir ilgisi olabilir miydi? Bal gibi olabilirdi! Atatürk’ü bulup, gelecekte yani günümüzde yaşadığımız sıkıntıları anlatırsam, bunlar için gerekli önlemleri alabilirdi. Kahretsin, 1938 yılındaydık! Üstelik 10 Kasım da yaklaşıyordu!
Aydın’a döndüm ve “Atatürk’ü nerede bulabilirim?” diye sordum. Saçma bir soru olmuştu bu. O daha ağzını açmadan, pencereden uzaklara bakarak, “Dolmabahçe!” diye yineledim. Bu gizemi çözdüğüm için gözlerim ister istemez kısılmıştı elbette.
“Aydın! Dolmabahçe’ye gitmemiz lazım!”
“Abi öyle her önüne geleni almıyorlar oraya.”
“Göreceksin! Beni muhakkak alacaklardır, anlatmam gereken mevzular var çünkü!”
“Ne anlatacaksan abi? Kime anlatacaksın?”
“Çok soru soruyorsun Aydın. Beni Dolmabahçe’ye götürebilir misin, götüremez misin, sen onu söyle.”
“Abi sen hem buralıyım diyorsun hem de Dolmabahçe’ye nasıl gidilir bilmiyorsun.”
“Nasıl gidileceğini biliyorum Aydın. Öncelikle buradan çıkmama yardım etmen lazım. Sonrasında da vapura binmem gerekiyor ama beş kuruş param yok, biliyorsun. Bana bu iyiliği yaparsan borcumu ödeyeceğime sana söz veriyorum.”
Onu ikna etmiş olacaktım ki biraz isteksiz gözükse de başını aşağı yukarı sallayarak ricamı kabul ettiğini belirtti. Bir süre konuşup plan yaptık. Ben bu geceyi de hastanede geçirecektim. Yarın sabah da erkenden hastaneden çıkıp beraber Dolmabahçe’ye gidecektik. Bıyıklı odacı öğle yemeğimi getirdiğinde Aydın yarın sabah tekrar gelmek üzere hastaneden ayrılıyordu.
Güneş, İstanbul’un batı yakasında, Bakırköy sırtlarına değmeye başladığında muhteşem bir günbatımı manzarası vermişti bana. Zamanında (yani eskide değil, bizim gelecekteki zamanımızda) elimizde biralarla sahilde izlediğim güneşin batışını, şimdi bambaşka bir zamanda, tuhaf bir durumda fakat yine aynı zevkle izliyordum. Elbette gece boyunca gözüme uyku girmedi, heyecandan odanın içinde dört dönüyordum. İyileştiğimi anlamış olacaklardı ki doktorlar devamlı gelip durumuma bakıyor, hemşireler ise tansiyonumu ölçüp duruyordu. Bense bitmek bilmeyen bir enerjiyle Atatürk’ün karşısına çıktığımda söyleyeceklerimin provasını yapıyordum.
Odamın koridora doğru bakan iç camından beni seyreden nöbetçi hemşire ve doktorları görebiliyordum. İçeri girip çıkan balık etli hemşire ve bıyıklı odacı da sürekli, “Hay Allah iyiliğini versin!” tadında şeyler söylüyorlardı. Odaklanmaya çalışmamı bozmasalardı da en azından şu giriş konuşmasını bitirebilseydim…
“Sayın Atatürk…” Garip oldu.
“Kemal Bey…” Yok artık!
“Paşam…” Çok samimi.
“Sevgili ulu önderimiz…” Fazla mı abartılı?
“Sayın Cumhurbaşkanım…” Bu gayet iyiydi işte!
Ben böyle söyledikçe, koridordan gelip geçen hastane çalışanları “Bravo! Yaşa!” tarzında tezahüratlar yapıyordu. Bir süre sonra benimle dalga geçtiklerini anladığımda kafesteki bir maymun gibi hissettim kendimi fakat yine de sorun etmedim, moralimi bozmamaya çalışarak giriş konuşması provama devam ettim. Neticede paşanın karşısına en iyi şekilde çıkmalıydım. “İlk izlenim için asla ikinci bir şans yoktur.”1
Yazın ilk günleriydi ve dışarıda muhteşem bir gece vardı. Biraz olsun hava almak ve dışarının sesini dinlemek için camı açmayı denedim ama nedense kilitlemişlerdi. Yüksek katta olduğumuz için güvenlik amaçlı önlem aldılar herhalde, diye düşündüm. Bir süre, karanlığın içinde kristal gibi parlayan ayı ve yıldızları izledim. Ardından ufak tefek esnemeler geldi. Sonra yorgunluğuma yenik düşmüşüm.
3
Ertesi sabah perdelerin açılma sesiyle uyandım. Biraz kabaca ve özensiz açılan perdelerin hareketleri henüz durmadan odada bulunan hemşirenin başka bir hemşire olduğunu fark ettim. “Günaydın” demek bir kenara, yüzüme bile bakmamıştı. Demeyiversin, güzel de değildi zaten. Odadan çıkarken hemen koridorda bulunan odacıya, “Ne zaman gelecekler bunu almaya?” diye sordu. “Kahvaltıdan sonra,” cevabını aldığında, “Ne güzel eğleniyorduk, baksana, kimseye zararı da yok,” diyerek şuh kahkahalar attığını duydum. Giden hemşirenin kıçından gözlerini ayıramayan odacı kekremsi gülüşüyle içeri girdi. Dünkü odacı değişmiş, yerine başka bir odacı gelmişti. Vardiyaları değişti herhalde, diye düşündüm. Odacı, yatağımın yanına bağlı olan masayı kaldırdı ve dikkatsiz bir şekilde kucağımın üstüne yerleştirdi. Kahvaltı tepsisini masanın üstüne bırakırken şüpheci bakışlarını bir an olsun üstümden ayırmıyor, gözlerini devire devire bana bakıyordu. Gitmek için tam arkasını dönüyordu ki kıllı, kalın bileğinden yakaladım. Ben bileğinden tutunca birden irkildi ve sırtını duvara yasladı. O öyle yapınca benim de gülmem geldi. Bir baktım ki gözü seğiriyor, çok komik bir haldeydik. Ciddiyetimi takınıp, “Aydın kahvaltıdan sonra mı geliyor?” diye sordum. Ben öyle sorunca sağa sola bakınan odacı, “He kardeşim, kahvaltıdan sonra, Aydın geliyor abicim,” diye kekeleyerek yavaş yavaş odanın kapısına doğru sıvıştı ve bir kertenkele gibi sıyrılarak odadan dışarı çıktı. Arkasına bile bakmayıp koridorda uzaklaştıktan sonra tahmin ettiğim kadarıyla kendini doktorun odasına atıp kapıyı da seslice kapattı.
Bu parodi beni güldürmüştü. Amma da korkakmış, diye düşünürken önümde duran sevimsiz tepsinin içindeki kahvaltımdan lokmalar almaya başladım. Taze sayılabilecek iki dilim beyaz ekmek, tuzsuz beyaz peynir ve vişne reçeli. Metal kabın içindeki kendinden şekerli çayımdan birkaç yudum aldım, henüz sıcaktı.
Bir süre sonra odacı doktorun yanından çıktı ve koridordan geçen hemşireye adını anlayamadığım bir iğne hazırlamasını söyledi. Hemşire, “Hangi odaya?” diye sorduğunda odacı, “Yetmiş yedi!” diye seslendi. Odamın açık kapısına baktığımda bahsettikleri odanın benim odam olduğunu fark ettim. İşin rengi değişiyordu. O esnada soluk soluğa kalmış bir şekilde Aydın girdi kapıdan içeri.
“Aydın! Nerede kaldın be kardeşim!”
“Abi… acil gitmemiz lazım.”
“Neden acil?”
Demek ki geldiğimin haberi istihbarat tarafından duyulmuştu ve güncel bilgilerin alınması için acil olarak Dolmabahçe’ye çağırıyorlardı beni. Görev beklemezdi.
“Seni deli sanıyorlar abi. Akıl hastanesine yatıracaklar.”
Hayal