“Sizi gidi bilmişler! Biz sohbet ederken Aziz Nicholas Günü arifesi geldi de çattı! İpin parmaklarımı kesmesine şaşmamalı! Gel, Gretel, al şu parayı. Hans pazar yerinden paten alırken sen de kek alırsın.”
“Ben seninle evde kalayım, anne.” dedi Gretel, yaşlarla dolan gözleri tavanda. “Hans alır bana kek.”
“Nasıl arzu edersen, yavrum. Hans, bekle biraz. Şu şişle üç tur daha dönünce başparmak da bitecek, bugüne kadar böyle çorap örülmedi! Heireen Gracht’te19 çorapçıya satarsın. İyi pazarlık edersen üç çeyreklik eder, kıtlık zamanındayız, sanırım dört kek alırsın. Hiç olmazsa Aziz Nicholas Günü bir ziyafet çekeriz.” dedi ipliği sertçe çekiştirirken.
Gretel ellerini çırptı. “Ne güzel olur! Annie Bouman, bu gece büyük evlerdekilerin şahane zaman geçireceklerini anlatmıştı. Bak, biz de eğleneceğiz. Hans’ın yeni patenleri olacak, kekimiz bile olacak! Aman ha parçalanmasınlar yolda! İyi paketle, Hans, ceketinin içine koyarken çok dikkat et.”
“Elbette!” diye aksi aksi cevapladı, görevin önemiyle kıvanç duyuyordu.
“Anneciğim!” diye haykırdı Gretel neşeyle. “Birazdan babamla ilgileniyor olacaksın, şimdi de bir tek örgüyle uğraşıyorsun. Saint Nicholas’tan bahsetsene bize.”
Hans kasketini asıp dinlemeye hazırlanınca kahkahaya boğuldu Madam Brinker. “Saçmalamayın, çocuklar.” dedi. “Daha önce çok anlattım bunu.”
“Bir daha anlat! Ne olur, bir daha anlat!” annelerinin geçen yaş gününde ağabeyinin yaptığı fevkalade ahşap oturağın üzerine attı kendisini Gretel. Hikâyeyi dinlemeye can atmasına karşın çocuksu görünmek istemeyen Hans, patenlerini şömineye doğru bir ileri iki geri aheste aheste sallayarak dikiliyordu hiç umursamazmış gibi.
“Pekâlâ, yavrum, dinleyin o zaman; fakat gün ışığını boşuna harcamamalıyız hiçbir zaman. Yumağı al eline, Gretel, ben konuşurken sarmaya devam edersin. Kulaklarınızı açın, ama eliniz de boş durmasın. Baştan söyleyelim, Aziz Nicholas, aziz kelimesinin tanımıymış. Denizcilerin yolu açık olsun diye gözlerini hep açık tutarmış, elbette en çok küçük çocukları korur kollarmış. Bir zamanlar, dünyamızda yaşarken Asyalı bir tüccar, üç oğlunu Atina denen büyük bir şehre göndermiş ilim öğrensinler diye.”
“Atina, Hollanda’da mı anne?” diye sordu Gretel.
“Bilemedim, evladım. Öyle olsa gerek.”
“Değil, anneciğim.” dedi Hans saygıyla. “Coğrafya dersinde öğrenmiştim çok zaman önce. Atina, Yunanistan’da.”
“Neyse.” diye kaldığı yerden devam etti annesi. “Ne fark eder? Yunanistan da bizim kralımıza ait olabilir, ne bilelim? Her nasılsa, bu zengin tüccar üç oğlunu da Atina’ya yollamış. Yolda, viran bir handa konaklamaya karar vermiş üç oğlan; sabah erken kalkar yola düşeriz, demişler. Kadifeden ve ipekten dikilmiş güzel kıyafetleri sırtlarında, dünyanın hiçbir yerinde zengin çocuklarının bunlardan başka bir şey giydikleri düşünülemez elbet, para dolu kemerleri bellerindeymiş. Kötü hancı ne yapsa beğenirsiniz? Demiş ki, ben bu veletleri öldüreyim, paralarıyla güzel kıyafetlerini de kendime alayım. Gece olup da karanlık çökünce, cırcır böceklerininkinden başka ses duyulmadığında yerinden kalkıp ömürlerinin baharındaki gencecik çocukların canlarını almış.”
Gretel iki elinin parmaklarını birbirine geçirdi ürpertiyle, Hans ise adam öldürme, cinayet kendisi için sıradan gündelik meselelermiş gibi görünmeye çalışıyordu.
“En kötüsünü duymadınız daha.” konuşurken ilmekleri sayarak bir taraftan örgüsüne devam ediyordu Madam Brinker. “Şimdiye dek duyduklarınız devede diken kalır. Hilkat garibesi hancı gitmiş bir de çocukların uzuvlarını kesip ayırmış, salamura domuz eti diye satmak için, tuzla dolu bir küvete atmış parçaları!”
“Tanrı’m!” diye haykırdı Gretel dehşetle, hikâyeyi daha önce çok duymuşsa da. Hans ise yerinden kımıldamıyordu, mevcut koşullar altında salamuraya yatırmak en mantıklısıymış, der gibiydi.
“Ya, salamuraya yatırmış, hikâye burada bitti sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. O gece, Aziz Nicholas rüyasında hancının oğlanları kıtır kıtır doğradığını görmüş. Aziz olduğundan acele etmesine gerek yokmuş, sabah hana gidip hancıyı cinayetten suçlu bulmuş. Kötü hancı her şeyi itiraf etmiş, dizlerinin üstüne çöküp af dilemiş. Yaptıklarına o kadar pişman olmuş ki çocukları hayata döndürsün diye yalvarmış Aziz’e.”
“Aziz ne yapmış?” diye sordu Gretel, cevabı zaten bildiğinden keyifle sırıtarak.
“Çocukları hayata geri döndürmüş. Havada uçuşmuş genç adamların salamuraya yatırılmış uzuvları, ahenkle dans ederek yeniden birleşmiş. Çocuklar, Aziz Nicholas’ın ayaklarına kapanmışlar, Aziz tarafından kutsanmışlar. Tanrı aşkına, Hans! Hemen gitmezsen sen dönmeden karanlık çökecek!”
Bir an ara vermeden konuşmaktan, Madam Brinker’in nefesi kesilmişti neredeyse. Çocuklarının en son ne zaman gündüz vakti çene çalıp haylazlık ettiğini hatırlamıyordu ve bunun bir lükse dönüşmüş olduğu düşüncesiyle şaşkına dönmüştü. Odada oradan oraya koşuşturdu, boşa geçen süreyi telafi etme telaşıyla. Ateşe biraz turba kömürü atıyor, masanın üzerinde görünmeyen tozu alıyor, örmeyi bitirdiği çorabı Hans’a uzatıyordu hep bir anda.
“Gel bakalım.” dedi kapıda oyalanan çocuğu görünce, “Ne duruyorsun, Hans Bey?”
Annesini tombul yanağından öptü Hans, çektiği çilelere rağmen hâlen pembeydi kadının taze teni.
“Sen dünyanın en iyi annesisin, elbette bir çift patenim olsa çok mutlu olurum.” dedi. Şöminenin yanına çömelmiş tuhaf bedene kederle bakıyordu ceketini iliklerken. “Ama babama baksın diye Amsterdam’dan bir meester20 getirmeye yeterse param, bir şey yapılabilirse…”
“Meester buralara gelmez, o paranın iki katını versek bile! Hem gelse de ne fayda! Ah, zamanında bir umut diye diye kaç gulden harcadım; fakat evladım, canım babanız hiç düzelmedi. Bizim de kaderimiz böyleymiş. Git hadi, paten al.”
Hans’ın bağrına taş oturmuştu sanki ama gençti, oğlan çocuklarına özgü havailikle beş dakika geçmeden ıslıklar dolanmaya başlamıştı diline. Annesi ona “bey” diye hitap etmişti ya, bu bile yağmurlu günün ardından görülen gökkuşağı gibi neşeyle doldurmuştu içini. Hollandalılar küçük çocukları muhatap almazlardı pek. Ancak Madam Brinker sevgi ve şefkatin içinden taştığı anlarda çocuklarına “bey veya hanım” diye seslenirdi.
Annesinin, “Ne duruyorsun, Hans Bey?” deyişi, çocuğun ıslıklarının arasında bir yankı oluşturuyor, kendisine verilen görevin kutlu olduğu hissi gönlünde tomurcuk tomurcuk açıyordu.
VII
HANS KENDİ BİLDİĞİNİ OKUYOR
Broek, sessiz sakin sokakları, buz tutmuş dereleri, sarı tuğladan kaldırımları ve gökkuşağı renklerinde evleriyle hemen yakınlardaydı. Düzen ve gösteriş bu minik köyü tanımlıyordu âdeta, fakat görünen o ki sakinleri ya uyuyorlardı ya da sonsuzluğa göç etmişlerdi.
Bir tek ayak izi bile bozmamıştı çakıl taşlarıyla deniz kabuklarının ahenkli