Hans, gümüş kwartjelerini avucunda sallarken köyü izliyordu. O hep duyduğu hikâyeler kafasında bir soru yumağı oluşturmuştu. Broek köylüleri o denli zenginmiş ki som altından tabak çanakları varmış, diyorlardı. Ne kadarı doğruydu?
Pazarda Mevrouw van Stoop’in tatlı peynirlerini görmüştü, mağrur kadının bunları satıp bir sürü parlak gümüş gulden kazandığını biliyordu. Acaba kadın altın kaplar kullanıyor muydu? Peki ya altın kepçeler, kevgirler? Kış aylarında ineklerinin kuyruklarına kurdeleler bağlıyor muydu?
Aklında bu düşüncelerle yüzünü Amsterdam’a döndü, kanalın öbür yanında, taş çatlasın beş mil uzaktaydı. Kanalın üzerindeki buz kusursuzdu, ancak ahşap patenleri yakında dağılmak üzere her adımda iç karartıcı bir elveda şarkısı söylüyorlardı sanki.
Kanalı geçerken kimi görse beğenirsiniz? Hollanda’nın en iyi, en meşhur hekimi Bay Boekman’ı! Hans, hekimle daha önce tanışmamıştı, fakat Amsterdam’daki pek çok dükkânın camında oyma portresini görmüştü. Kimse unutamazdı bu yüzü. Haşin bakan mavi gözleri, “gülümsememi beklemeyin” der gibi duran çelimsiz, ince dudaklarıyla ve sırım gibi boyuyla doğma büyüme Hollandalı olan hekim mizah duygusundan yoksun, pek de insan canlısı olmayan bir karaktere sahipti; kısacası kendisiyle tanışıklığı olmayan, cahil bir oğlanın teklifsizce sohbet etmeye cesaret edebileceği bir mizaçta değildi.
Gel gör ki, çok da aldırış etmediği bir ses, kendi vicdanı, Hans’ı mecbur ediyordu.
“İşte, dünyanın en iyi hekimi geliyor.”diye fısıldadı ses. “Onu sana Tanrı gönderdi, bu parayla babana yardım edebilecekken kendine paten almayı hak mı görüyorsun!”
Ahşap patenler coşkulu bir ciyaklama koyuverdiğinde, başının üstünde yıldızlar değil yüzlerce paten dönüyordu. Elindeki paraların şıngırtısını duyduğunda, Hans’ın kalbi ağzındaydı. İhtiyar hekim, dehşet verecek kadar ciddi ve ürkütücü görünse de geçerken adını seslenecek gücü buldu kendinde:
“Mynheer Boekman!”
Adam tüm azametiyle durakladı, ince alt dudağını dışarı uzatarak kaşlarını çatarak çocuğu inceliyordu.
Hans her şeye hazırdı artık.
“Mynheer!” kalbi kulaklarında gümbürdüyordu delici nazarlı hekime yaklaşırken. “Sizin o meşhur Boekman’dan başkası olamayacağınızı biliyordum. Sizden çok önemli bir ricam olacak.”
Öfleyip pöfleyen hekim, çocuğun yanından geçip gitmeye hazırlanıyordu, “Çekil yolumdan, dilencilere verecek param yok benim.”
“Ben dilenci değilim, Mynheer!” diye sert çıktı Hans, çenesini havaya kaldırıp tüm çalımıyla elindeki gümüş paraları gösterirken. “Babamın hastalığıyla ilgili size danışacaktım. Yaşıyor ama ölü gibi oturuyor. Düşünemiyor. Sözcükleri hiçbir anlam ifade etmiyor, ama… Ama hasta değil. İskeleden düştü.”
“Ne? Ne dedin?” derken dinlemeye başlamıştı hekim.
Hans tüm hikâyeyi bir baştan bir sondan anlattı, ara ara bir iki damla gözyaşı düşüyordu çocuk gözlerinden, nihayetinde şöyle bitirdi tüm gayret ve ciddiyetiyle:
“Lütfen babamı bir görün, Mynheer. Bedeninde bir sorun yok, sorun yalnızca aklında… Biliyorum, bu para yetmez, fakat alın, Mynheer. Daha fazla kazanacağım, buna eminim. Babamı iyi ederseniz ömrüm boyunca tüm işlerinizi görürüm.”
İhtiyar hekime ne oluyordu? Yüzü akça pakça görünüyordu, gözleri şefkatle nemlenmişti; saldırmaya hazır gibi hep bastonunun üstünde duran eli, Hans’ın omzundaydı şimdi.
“Paran senin olsun evladım, istemem. Babanı görelim bakalım. Korkarım ki umutsuz bir vaka. Ne kadar oldu demiştin?”
“On yıl, Mynheer.”diye hıçkırdı Hans, ansızın gelen bir umutla gözlerinin içi parlıyordu.
“Zor bir vaka, fakat bakacağım. Bir düşüneyim. Bugün Leyden’e yola çıkıyorum bir haftalığına. Sonrasında gelebilirim. Neredeydi evin?”
“Broek’in bir mil güneyinde, Mynheer, kanalın yanında. Fakirhanemiz, derme çatma bir baraka. Oralarda hangi çocuğa sorsanız siz beyefendiye gösterir.” diyerek derin bir iç çekti Hans. “Biraz korkarlar bizim oradan, delinin kulübesi derler.”
“Anladım.” dedi hekim, başını anlayışla öne arkaya sallarken. “Orada olacağım. Umutsuz bir vaka.” diye mırıldandı kendi kendine. “Fakat çocuğa kanım ısındı. Benim zavallı Laurens’ım gibi bakıyor tıpkı. Kahretsin, o hergeleyi hiç unutamayacağım!” her zamankinden daha sinirliydi kendi karanlığına gömülürken.
Ciyaklayan ahşap patenleriyle yine Amsterdam yolundaydı Hans, yine cebindeki gümüşleri şıngırdatıyordu parmaklarıyla, yine o çocuksu ıslık gelip yerleşmişti dudaklarına farkına varmaksızın.
“Hemen eve mi gitsem?” diye düşünüyordu. “Güzel haberleri veririm. Yoksa kekleri ve patenleri mi alsam önce? Neyse! Yoluma devam etsem daha iyi!”
Hans böylelikle almış oldu patenleri.
VIII
JACOB POOT VE KUZENİ İLE TANIŞIN
Hans ve Gretel, Aziz Nicholas arifesinde şen bir gün geçiriyorlardı. Lacivert gökyüzünde parlak bir ay asılıydı. Kocasının sıhhat bulacağından hiçbir umudu kalmadığına kendisini ikna etse de Madam Brinker, meesterın onları ziyaret edeceği haberinden pek mesut olmuş, yatmadan önce bir saatçik olsun paten kaymalarına izin versin diye yalvaran çocuklarına ses etmemişti.
Hans yeni patenleriyle mest olmuştu, ne kadar da “işe yaradıklarını” Gretel’e göstermek için buz üstünde o denli maharetli hareketler sergiledi ki küçük kızın safi hayranlıkla iki elinin parmaklarını birbirine kenetlemesine sebebiyet verdi. Yalnız değillerdi, ancak kanal boyunca toplanmış kalabalık gruplar onlara hiç de aldırış etmiyormuş gibi görünüyordu.
Van Holp kardeşler ile Carl Schummel de oradaydı ve çevikliklerini son haddine kadar deniyorlardı sanki. Dört denemenin üçünde Peter van Holp galip gelmişti. Asla cana yakın olmamış Carl ise alaycılıktan başka bir hususta kabiliyetli değildi. Gerçekten de onlardan biriymiş gibi hissetmeden, uysal uysal yanlarında gezinen, yaşıtlarından hep daha ufak kalmış genç Schimmelpenninck’e sataşarak başarısızlıklarının hıncını alıyordu. Ancak yeni bir meşgale Carl’ın aklını çelmişti, daha doğrusu o bu meşgaleyi seçip kendine görev addetmişti. Bu görevinin bir gereğini gerçekleştirmek maksadıyla arkadaşlarına döndü alaycılıkla.
“Ben derim ki, beyler, şu delinin barakasında yaşayan çapulcuların müsabakaya katılmasına engel olalım. Hilda aklını peynir ekmekle yemiş herhâlde. Katrinka Flack ile Rychie Korbes da o kızla yarışma fikrine ifrit oluyorlar; bana kalırsa hakları da var. Hem oğlana gelince, eğer içimizde bir damla erkeklik onuru varsa hor görmeli bu fikri.”
“Elbette, hor görmeli!” diye araya girdi Peter van Holp, Carl’ın demek istediklerini bilinçli olarak çarpıtarak, “Endişeye mahal yok! İçinde bir damla erkeklik onuru olan hiç kimse, sırf yoksullar diye iki kabiliyetli patencinin müsabakaya girmesine engel olmaz!”
Carl hışımla döndü ona:
“Bir dur bakalım, beyefendi! İnsanın ağzına lafı tıkmasan senin için çok daha hayırlı olur. Aklın varsa bir daha deneme.”
“Ha! Ha!”