Tam o sırada arkadaşları Jacob Poot’un yaklaştığını gördüler. Başta o olup olmadığını pek ayırt edemediler, ancak mahallenin en iri kıyım oğlanı o olduğundan başkasıyla karıştırılması da pek mümkün değildi.
“İşte! Şişko da geliyor!” diye sesini yükseltti Carl. “Yanında da biri var galiba, sıska biri, yabancı.”
“Ha! Ha! İyisinden pastırma gibi.” diye kahkahayı patlattı Ludwig. “Bir şerit et, yanında da bir şerit yağ.”
“Jacob’ın İngiliz kuzeni o.” diye son noktayı koydu Voost, doğru bilgiyi veren kişi olmaktan kıvanç duymuştu. “Yanındaki çocuk İngiliz kuzeni, hem çok da komik bir adı var, Ben Dobbs diye. Büyük müsabakanın ertesine kadar onlarla kalacakmış.”
Bu zamana kadar çocuklar sessiz sedasız muhabbetle, yeteneklerini sergileyerek patenlerinin üzerinde süzülüyor, dönüyor, yuvarlanıyor, başka başka figürler sergiliyorlardı, ancak şimdi oldukları yere çivilenmiş, Jacob Poot ve kuzeni onlara yaklaşırken dondurucu soğuğa karşı kendilerini korumaya çalışıyorlardı.
“Arkadaşlar, bu benim kuzenim.” dedi Jacob, cümlenin ortasında nefesi kesilmiş gibiydi. “Benjamin Dobbs. Kendisi bir John Bull21 ve müsabakaya o da katılacak.”
Tamamı oğlanlardan oluşan bir grup, yeni gelenlerin etrafını sardı. Çok zaman geçmemişti ki Benjamin tuhaf dillerine rağmen Hollandalıların iyi insanlar olduğuna kanaat getirdi.
Doğruyu söylemek gerekirse Jacob kuzenini “Pençamin Dopps” olarak tanıtmış ve ona “Şohn Pull” diye hitap etmişti. Ancak küçük dostlarımızın her konuştuğunu okuyuculara tercüme ettiğimden, İngilizce kelimeleri telaffuz ederken yaptıkları birkaç hatayı düzeltmeme darılmazsınız umarım. Dobbs başlarda kuzeninin dostlarının yanında biraz yabancılık çekti. Çoğu İngilizce ve Fransızca öğreniyor olsa da iki dili de konuşmaya teşebbüs etmeye çekiniyorlardı ve kendisi de onların dilini konuşmaya çabalarken komik hatalar, dil sürçmeleri yapıyordu. “Vrouw”un evli kadın, “ja”nın evet, “spoorweg”in demir yolu, “kanaals”ın kanallar, “stoomboot”un buharlı tekne, “ophaal bruggen”in asma köprü, “buiten plasten”in açık alanda işemek, “mynheer”in bay, “twee gevegt”in düello ya da ikili dövüş, “koper”in balta, “zadel”in eyer anlamına geldiğini öğrenmişti, ancak bu öğrendiği kelimelerden ne bir cümle meydana getirebiliyor ne de “Felemenkçe sohbetlerinde” öğrendiği bu sözcükleri araya sıkıştırabiliyordu. Zavallı çocuk daha önce de Ollendorf’ta kusursuz bir Almanca ile “Büyükannemin kırmızı ineğini gördün mü?” demeyi öğrenmişti, ancak Almanya’ya vardığında bu ilginç hayvandan bahsetme şansına nail olacak bir fırsat hiç doğmamıştı ki Almancasını gösterebilsin. Bu deneyim de tıpkısının aynısıydı, kitaptan öğrendiği Felemenkçe hiç de umduğu kadar derdine derman olmuyordu. Âdem ile Havva’nın Felemenkçe konuştuğunu kanıtlamak için Latin dilinde bir kitap yazan Hollandalı Jan van Gorp’a karşı yüreğinde büyük bir aşağılama oluştu. Hele ki Poot amcası Felemenkçenin “İngilizceyle pek bir benzer ama pek daha iyi bir dil, pek daha iyi.” olduğunu söylediğinde bilmişçesine gülümsemekten kendisini alamamıştı.
Ancak, paten kaymanın eğlencesi tüm dil engellerini aşar. Böylece Ben, çocuklarla kısa zamanda iyice tanış oldu, hatta Jacob, Ben anlasın diye araya İngilizce ve Fransızca kelimeler serpiştirerek-planladıkları büyük tasarıdan bahsettiğinde arada bir kuzenine anlar vaziyette “ja” diyebiliyor ya da başıyla onaylıyordu.
Tasarı gerçekten de büyüktü ve bunu icra etmek için çok da iyi bir fırsatları vardı, Aziz Nicholas Bayramı’nın resmî tatil olmasının yanında bir de okulun baştan aşağı temizliği için dört gün daha fazladan tatil verilecekti.
Jacob ve Ben uzun bir paten seyahatine çıkmak için izin koparabilmişlerdi, Broek’tan Hollanda’nın başkenti Lahey’e gideceklerdi, neredeyse elli millik bir mesafeydi bu.
“Ee, arkadaşlar.” diye ekledi Jacob, planlarını anlatmayı bitirince. “Kim bize katılmak ister?”
“Ben gelirim! Ben gelirim!” diye haykırmaya başladı oğlanlar.
“Ben de geleceğim!” diye yüreklilikle araya girdi ufaklık Voostenwalbert.
“Ha! Ha!” diye kahkahaya boğuldu Jacob, ellerini yağ bağlamış beline koyup tombul yanaklarını sarsacak bir şekilde. “Sen de mi geliyorsun? Senin gibi ufak tefek biri ha? Daha yastıklarını bile bırakmadın sen!”
Düşerlerse başlarını korusunlar diye Hollanda’daki her küçük çocuğun başına, üstünde balina kemiği ve kurdeleden bir çerçeve olan ince bir yastık sarılır ve nihayet bu başlığı çıkarmaları da bebeklikten çocukluğa geçmiş olduklarını gösteren bir belirti olur. Voost yıllar önce başlığını çıkarma şerefine erişmişti, ancak yine de Jacob’ın hakareti dayanılacak gibi değildi.
“Diyene de bakın hele!” diye yükseldi. “Sen yanlarındaki yastıklara bak! Senin her yanın yastık gibi!”
“Ha! Ha!” diye kahkahalara boğuldu tüm oğlanlar, Dobbs hariç; o ne demek istediğini anlayamamıştı. Aralarında bu sözlere katıla katıla gülen ise Jacob’ın ta kendisiydi.
“Yanlarımı diyor, yağdan yastık gibiymişim!” diye açıkladı Ben’e.
Artık herkesin gözdesi makamına yükselen Voost’un da eğer ailesi izin verirse onlara katılabileceği yönünde oy birliğiyle bir karara vardılar.
“İyi geceler!” diye şakıdı mesut çocuk evine doğru tüm gayretiyle kayarak giderken.
“İyi geceler!”
“Haarlem’e uğrayıp kuzenine büyük orgu gösterebiliriz, Jacob.” dedi Peter van Holp neşeyle. “Manzaranın hiç kaybolmadığı Leyden’e de uğrarız. Lahey’de de bir gün bir gece kalabiliriz, evli ablam orada yaşıyor ve bizi gördüğüne çok sevinir. Ertesi gün de dönüş yoluna çıkarız.”
“Pekâlâ!” diye karşılık verdi Jacob, pek konuşkan biri değildi.
Ludwig hararetli bir hayranlıkla kardeşine döndü.
“Çok yaşa, Pete! Demek planı sen yapıyorsun! Ablamız Van Gend’e selamını bizzat götürebileceğimizi öğrenince annemiz de bizim kadar mutlu olacak kesin. Aman! Hava çok soğudu!” diye ekledi. “Adamın kafasını omuzlarından söküp alacak sanki. Eve dönsek iyi olur artık.”
“Ne olmuş soğuksa, kâğıttan mı tenin?” diye yükseldi Carl, o sırada “çift kenar” dediği bir adımı çalışmakla meşguldü. “Geçen aralık kadar sıcak olsaydı ne de güzel paten kayılırdı bu saatlerde. Hem o zaman bile acayip soğuk olduğunu unuttunuz mu? Kış bir de erken gelmişti hani?”
“Biliyorum ama şimdi de çok soğuk.” dedi Ludwig. “Ben eve gidiyorum!”
Peter van Holp büyük, altın bir saat çıkardı; uyuşmuş parmaklarının izin verdiği ölçüde saati evirip çevirip ay ışığı altında bakmaya çalıştı.
“Vay canına! Neredeyse sekiz olmuş! Aziz Nicholas gününe girdik sayılır ve ben bir kerelik olsun küçüklerin bakışlarını görmek istiyorum. İyi geceler!”
“İyi geceler!” diye seslendi her biri; bağırarak, şarkı söyleyerek, gülerek buz üstünde süzülüp birbirlerinden uzaklaşmaya başladılar.
Gretel ve Hans nerede miydi?
Ah! Mutluluk nasıl da bir anda nihayete eriyor!
Neredeyse