Bin mumlu ev. Meredith Nicholson. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Meredith Nicholson
Издательство: Maya Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-8068-07-8
Скачать книгу
planladıysa, ruhu buralara uğradığında büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı muhtemelen. Uzun zamandır kendi toplumumu kanıksamıştım. Yemeklerimi genellikle yalnız yerdim ve bu tuhaf, gizli evin sessizliğinde bir keyif bulmuştum. Tabii bir de en sonunda büyükbabamın isteğine itaat ediyor, onun benden istediği bir şeyi yapıyor olmanın verdiği tatmin de vardı. Her yerde kendisinin sanatların sanatı olarak gördüğü ilgi alanına dair izler görmek beni etkilemişti. Bu sanata duyduğu adanmışlıkta müthiş bir incelik vardı. Küçük yemekhanenin bile herhangi bir dekorasyonu olmamasına rağmen kendine has bir havası vardı. Büyükbeyin mimariye düşkünlüğünde garip ve hatta hastalıklı bir yan olduğu aile arasında hep konuşulan bir şeydi. Ama ben bunun onun zihninde ve karakterinde asil ve kibar bir şeyleri cezbettiğini hissettim ve kalbimi, yıllardır taşıdığımdan daha nazik bir haletiruhiye ele geçirdi. Büyükbabam benden ufacık bir şey istemişti ve ben onun için bu ufacık şeyi başarmaya kararlıydım.

      Bates bana kahve verdi, ulaşabileceğim bir yere kibrit bıraktı ve odadan çıktı. Sigara kutumu çıkarıp hafifçe aralamıştım ki arkamdaki pencerenin camında keskin bir çatırtı duydum. Bir mermi ıslık çalarak başımın üzerinden geçti ve karşıdaki duvara çarpıp yassılaşmış, bozulmuş bir halde masanın üzerine, elimin altına düştü.

      Dördüncü Bölüm

      GÖLDEN GELEN SES

      Pencereye koşup geceye baktım. Eve gelirken içinden geçtiğimiz orman geceyi kuşatmış gibiydi. Büyük bir ağacın dalları camlara değiyordu. Bates’in dibimde olduğunu fark ettiğimde pencerenin kilidini kurcalıyordum.

      “Bir şey oldu mu, efendim?”

      Sükûnetini kaybetmeyişi beni öfkelendirdi. Birileri pencereden bana ateş etmişti ve vurulmaktan kıl payı kurtulmuştum. Bu hizmetçinin durumu kabullenişindeki endişesizlik beni öfkelendirmişti.

      “Bahsetmeye değer bir şey değil. Birileri beni öldürmeye çalıştı, o kadar,” dedim sakin ve ironik olmayı başaramayan bir sesle. Hâlâ pencerenin koluyla uğraşıyordum.

      “İzin verin, efendim.” Pencerenin kanadını kolaylıkla açması öfkemi daha da köpürttü.

      Uzanıp saldırganıma dair bir ipucu bulmaya çalıştım. Bates başka bir pencereyi açarak benimle birlikte karanlık manzarayı izledi.

      “Dışarıdan bir atıştı, değil mi efendim?”

      “Elbette öyleydi. Kendime ateş ettiğimi düşünmüyorsun, öyle değil mi?”

      Kırık pencereyi inceledi ve masanın üzerindeki mermiyi aldı.

      “Tüfek mermisi olduğunu söyleyebilirim.”

      Mermi duvarla teması neticesinde kısmen yassılaşmıştı. Uzun kalibreli bir mermi kovanıydı ve tüfekle de tabancayla da ateş edilmiş olabilirdi.

      “Bu çok tuhaf, efendim!” Öfkeyle ona doğru döndüğümde, yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle bir metal parçasını beceriksizce evirip çevirdiğini gördüm. Birden, sanki korkularımı yatıştırmak istermiş gibi devam etti. “Büyük ihtimalle bir kaza kurşunu. Muhtemelen çocuklar gölde ördeklere ateş ediyorlardı.”

      Öyle ani bir kahkaha patlattım ki Bates panikle irkildi.

      “Geri zekâlı!” diye gürledim iki elimle yakasını kavrayıp adamı hırsla sarsarken. “Seni ahmak! Buradaki insanlar her gece ördeklere ateş mi eder? Bir fili öldürecek kuvvette silahlarla su kuşlarını mı avlarlar? Sırf eğlence olsun diye pencerelerden insanlara mı ateş ederler?”

      Onu masaya doğru ittirince masa geriye kaydı ve Bates yere düştü.

      “Kalk ayağa!” diye emrettim. “Bir fener getir.”

      Hiçbir şey demeden ona söylediğimi yaptı. Ön kapıya uzanan uzun, kasvetli koridorda ilerledik. Onu önden koruya gönderdim. Bölgenin coğrafyasına dair pek bir bilgim yoktu ama keşke bu mülkün civarını bizzat inceleseydim zira belli ki tehlikeli insanlar vardı. Çok öfkeliydim ve birden kendi içine çekilen Bates’in peşinden ilerlerken öfkem gitgide artıyordu. Biraz sonra yemekhane penceresinin ışığıyla aydınlanan yerde durduk.

      Zemin, ayaklarımızın altında çatırdayan yapraklarla doluydu.

      “İleride ne var?” diye sordum.

      “Koruluk çeyrek mil kadar devam ediyor, efendim. Sonra da göl var.”

      “İlerle!” diye emrettim. “Doğruca göle!”

      Az sonra eve doğru gelirken içinden geçtiğimize benzer kaba bir çalılığa takıldım. Bates biraz önümde kendinden emin ilerliyor, ara sıra durup dalları yolundan çekiyordu. Öfkem giderek sönerken aptalca bir girişimde bulunduğumu hissettim. Zeminin karakterine bakılırsa neredeyse denizde sayılırdım. İki saat öncesine kadar hiç görmediğim ve bana karşı tavırlarının tamamen planlı olduğundan şüphelenmeye başladığım bir adamın peşinden gidiyordum. Pencereden ateş eden adamın etrafta gizlice dolaşmasına ihtimal yoktu ve dahası, fenerin ışığı, yaprakların ve kırılan dalların çatırtısı yaklaştığımızı ona haber veriyordu. Ancak ben, hiçbir şeyde olmasa bile hata yapmakta ısrarlı bir insandım. Böylece gölün kenarına ulaşmak için ciddi bir kararlılıkla rehberimin peşinden ilerlemeye devam ettim. Bu tuhaf mülkteki bekçinin üzerindeki otoritemi kullanmaktan başka bir nedeni de yoktu bunun.

      Bir çalı sertçe yüzüme çarpınca yüzümün acıyan kısmını ovuşturmak için durdum.

      “Canınız yandı mı, efendim?” diye sordu Bates endişeyle ve fenerle birlikte bana döndü.

      “Tabii ki hayır,” diye çıkıştım. “Hayatımı yaşıyorum! Bu ormanda patika falan yok mu?”

      “Var denemez, efendim. Koruyu olduğu gibi bırakmak Bay Glenarm’ın fikriydi. Tomrukların arasında yürüyüş yapmayı çok severdi.”

      “Geceleri değildir umarım! Neredeyiz şu an?”

      “Göle epey yaklaştık, efendim.”

      “O halde devam edelim.”

      Bu patikasız korulukta Bates ve itiraf etmem gerekirse, büyükbabam John Marshall Glenarm’ın ruhu sabrımı taşırıyordu.

      Çakıllı bir sahile vardık. Bates aniden bir döşemeye ayak bastı.

      “Burası Glenarm rıhtımı, efendim. Şurası da kayıkhane.”

      Fenerini yanımızdaki alçak bir yapıya doğru salladı. Sessizce oturmuş yıldızları izlerken uzaklardan bir küreğin suya daldığını ve bir kanonun suyun üzerinde usulca kaydığını duydum.

      “Bir sal, efendim,” diye fısıldadı Bates, feneri paltosunun içine saklayarak.

      Yanından geçerek rıhtımın ucuna doğru ilerledim. Kürek, durgun suya sessizce ve sakin bir hareketle daldı ama ses gitgide zayıflıyordu. Kano, insanoğlunun en zarif, en hassas, en esrarengiz buluşlarından biriydi. Onun kürekleriyle en sessiz kıyılarda yıldızları suya daldırabilir ya da hayallerinizdeki rıhtıma sessizce yaklaşabilirdiniz. O sinsi cup sesini hemen tanımıştım ve o küreği kullanan elin eğitimli olduğunu anlamıştım. Çocukluğumun Maine koruluğunda geçen yazlarının tamamen boşa geçmediğini sık sık fark ediyordum.

      Anlaşılan, kanonun sahibi Glenarm rıhtımına sessizce yanaşmış ve koruluğu geçerek buraya geldiğimizi seslerden anlayınca panikleyerek uzaklaşmıştı.

      “Burada bir tekne var mı?”

      “Kayıkhane kapalı, anahtarı da yanımda değil, efendim,” diye yanıtladı Bates heyecansız bir sesle.

      “Tabii ki yanında değil,” diye çıkıştım. Sesindeki