“Umarım bunu da yanına almıyorsundur!” Dolaptan çıkarıp yatağın üzerine attığım tüfekleri ve birkaç tabancayı işaret etti.
“Ormanları özlememe neden oluyorlar.”
En son bir leopar avında kullandığım ağır tüfeği kılıfından çıkararak ağırlığını tarttı.
“Bunu pek kullanacağını sanmıyorum! Bırak da ben bunu Çimen’e götürüp toprak sahiplerine karşı kullanayım. Eee, Jack, artık birlikte talihimizin peşine düşmeyecek miyiz? Düşününce çok iyi başlamıştık eski dostum. Senden ayrılmak hoşuma gitmiyor.”
Gereksiz bir özenle tüfek kılıfının kayışlarına yaslandı ama sesinde Larry Donovan’a ait olmayan bir titreme vardı.
“Sen de benimle gel!” diye haykırdım ona doğru dönerek.
“Başka bir canlıyla olacağıma seninle olmayı tercih ederim Jack Glenarm; ama aklımdan bile geçiremem. Kendi dertlerim var benim. Hem senin de oraya tek gitmen gerek. Anladığım kadarıyla ihtiyar adamın senin için kurduğu oyunun bir parçası da bu. Eğer o arada ben de asılmazsam sonra yeniden güçlerimizi birleştiririz. Parayı keyifle harcama konusunda eski dostun L. D.'den iyisini hiçbir yerde bulamazsın.”
O sırıttı, ben kederle gülümsedim. Çok geçmeden yeniden ayrılacağımızı biliyordum. Larry arkadaşım olarak adlandırabileceğim çok az insandan biriydi ve bu karşılaşmamız ona duyduğum eski sevgiyi yeniden canlandırmıştı.
“Sanırım…” dedi ve devam etti, “…o adamın sana mülkle ilgili söylediği asıl gerçeği kabul ettin. Yerinde olsam temkinli olurdum. Birkaç haftadır buralarda dolaşıp dedektiflerden kaçıyorum ve arada da gazeteleri okuyorum. Belki de John Marshall Glenarm’ın bu mülkünden epeyce bahsedildiğinden haberin yoktur.”
“Bilmiyordum,” diye kabul ettim uysalca. Pek çok konuda beni bilgilendiren hep Larry olmuştu. Mirasım hakkında akıllıca bir şeyler söylemesi de tamamen mümkündü.
“Akdeniz’den bir gemiyle geldin, nereden bileceksin. Ama oradaki ev ve servetin gizemli kayboluşu epey tartışıldı. Yani halkın ilgisini çektiğin açık.” Cebinden gazeteden kesilmiş bir parça çıkardı. “Bak şurada küçük bir örnek var.” Okumaya başladı:
“Geçen yaz Vermont’ta hayata gözlerini yuman tuhaf milyoner John Marshall Glenarm’ın torunu John Glenarm, dün Maxinkuckee ile Napoli’den geldi. Glenarm’ın, büyükbabasının vasiyetindeki şartlar gereğince John Marshall Glenarm tarafından Indiana’daki Annandale Gölü kıyısında yaptırılan tuhaf bir evde bir sene yaşaması gerek.
Ailenin yakınlarına göre bu şart, genç Glenarm’ın bir yerde kalma becerisini test etmek için kondu. Çünkü beş sene önce Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden mezun olduğundan beri babasından ona kalan hatırı sayılır bir serveti, eski dünyanın güzelliklerini görmeye harcıyor. Söylenenlere göre…”
“Bu kadarı yeter! Yeterince işaret ve mucize gördüm ve harcadığım paranın da karşılığını aldım.”
Hesabı kapayıp faytonla gemiye doğru yola çıktım. Larry de benimleydi. O her zamanki neşesiyle espriler yapıp duruyordu. Benimle gemiye indi ve üzerimize muhtemelen yalnızca iki eski arkadaş arasında görülebilecek türden bir sessizlik çökerken gemi nehre doğru yol aldı. Şehrin ardımızda kalan ışıklarını izlerken bir arkadaştan ayrılmanın acısından farklı bir şeyler dokundu içime. Bir iç sezi, yaklaşan bir tehlike öngörüsü doldu kalbime. Ama ben muhtemelen en sakin yolculuklarımdan birindeydim. Hayatımda ilk kez bir başkasının direktiflerini izliyordum. Her ne kadar o direktifleri veren mezarda olsa da. Beni buna zorlamak için ölmek nasıl da büyükbabamlık bir hareketti! Haletiruhiyem birden değişti ve gemi iskeleye yaklaşırken bir kahkaha attım.
“Ah! Şu adamlar!” deyiverdi Larry.
“Hangi adamlar?” diye sordum çantalarımı bir hamala verirken.
“Âşık adamlar,” dedi. “O işaretleri bilirim. Dalgın dalgın dolaşmak, sessizlik, ani kahkaha patlamaları! Umarım sen evlenirken hapiste olmam.”
“Eğer o güne kadar tutacaklarsa içeride epey kalırsın. İşte trenim şurada.”
Kalan birkaç dakika boyunca eski günlerden ve gelecekteki görüşmelerden bahsettik.
“Köydeki adresime mektup yazarsın,” dedim. Bir kartın üzerine “Annandale, Wabana Bölgesi, Indiana,” yazıp ona verdim. “Ne zaman bana ihtiyacın olursa, sen her neredeysen oraya gelirim. Bunu sakın unutma eski dostum. Hoşça kal.”
“Sen de bana yaz, babama gönder. Son zamanlarda çıkardığım gürültü onu çok kızdırsa da adresim onda olacaktır.”
Kapıdan geçtim ve uzun tren boyunca yataklı vagonuma doğru ilerledim. Sonra geri dönüp öylece durmuş beni izleyen Larry’ye el salladım.
Biraz sonra tren gecenin içinde ağır ağır hareket ederek batıya doğru yolculuğuna başladı.
Üçüncü Bölüm
BİN MUMLU EV
Annandale esas önemini, iki demiryolu hattının burada kesişmesinden alıyordu. Chicago Ekspresi yalnızca birkaç dakikalığına durduğunda hamal eşyalarımı yanıma, platformun üzerine koydu. İstasyonun kapısından bir ışık akıyor gibiydi. Birkaç aylak platformun üzerinde geziniyor, vagonların camlarından içeri bakıyordu. Köy şoförleri uyuşuk uyuşuk işimi görmeyi önerdi. Derken gölgelerin arasından bir anda uzun, tuhaf bir adam belirdi. Uzun bir paltoya sarınmıştı. Bates’le ilk karşılaşmamda duyduğum his buydu, tıpkı yazdığım gibi. İnce uzun, kasvetli bedeni karşımda dikiliyordu ve saygıyla şapkasına dokunarak beni selamlarken sesindeki o derin hüznü duydum:
“Affedersiniz beyefendi. Bay Glenarm siz misiniz? Ben Glenarm Malikânesi’nden Bates. Bay Pickering sizi karşılamamı belirten bir telgraf gönderdi efendim.”
“Evet, tabii,” dedim.
Şoför eşyalarımı toplamaya başlamıştı bile. Valiz fişlerimi ona verdim.
“Ne kadar mesafe var?” diye sordum, gözlerim, itiraf etmem gerekirse, biraz da pişmanlıkla uzaklaşan trenin ardındaki ışıklara takılıyken.
“İki mil, efendim,” diye yanıtladı Bates. “Kış aylarında attan başka ulaşım yok. Yazınsa iskelemize buharlı gemi yanaşabiliyor.”
“Ayaklarımı biraz esnetmem gerek, yürüyeceğim,” dedim serin havayı ciğerlerime çekerek. Durgun, yıldızlı bir ekim gecesiydi ve uyku tulumunun sıcaklığından sonra temiz hava çok iyi gelmişti. Bates önerimi hiçbir yorum yapmadan kabul etti. Platformun sonuna kadar yürüdük. Sürücü, bavullarımı oraya götürmüştü bile. Hepsinin sıradan arabaya yığılışını izledikten sonra, köyün geniş, sessiz sokakları boyunca Bates’i takip etmeye başladım. Annandale’de hayal ettiğimden fazlası vardı. Orada burada birkaç uzun fabrika bacası yıldızlı göğe uzanıyordu.
“Tuğla fabrikaları efendim,” dedi Bates elini bacalara doğru sallayarak. “Bu iş için oldukça önemli bir merkez.”
“Samansız tuğlalar mı?” diye sordum yaya yolunu aydınlatan ışıltılı bir dükkânın yanından geçerken.
“Affınıza sığınarak söylemeliyim ki efendim, bu tür yerler insanlığın enkazıdır.” Bates’in bu sözleri, onun beni kendi faziletiyle etkilemeyi arzuladığına dair zihnime bir not düşmeme neden oldu.
Yanımda salınarak ilerlerken