Bin mumlu ev. Meredith Nicholson. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Meredith Nicholson
Издательство: Maya Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-8068-07-8
Скачать книгу
haberi köylülere ulaşmıştı belli ki. Varlığımın onlar için muhtemelen ilginç olduğunu düşünecek kadar kibirliydim. Ama istasyon şefi, postanedeki kız ve dükkânlardaki tezgâhtarlar bana açıkça soğuk davranmışlardı. Bana bakarkenki soğukluklarında belirgin bir dürüstlük vardı. Sanki bir parça duygusuz davranacakları önceden kararlaştırılmış gibiydi.

      Omuzlarımı silkerek Glenarm’a döndüm yüzümü. Büyükbabam bana komşularımın güvensizliği gibi hoş bir miras bırakmıştı. Muhtemelen evine yabancı işçiler getirmesinin bir sonucuydu. Somurtkan Morgan bir şeyler ima etmişti ama o kadar da önemli değildi. Ne de olsa Glenarm’a köylüleri geliştirmeye değil, büyükbabamın vasiyetinde yer alan belirli şartları yerine getirmeye gelmiştim. Tabiri caizse görevimin başındaydım ve köylülerin beni rahat bırakmasını tercih ederdim zaten. Bu düşüncelerle kendimi avuturken rıhtıma vardım. Orada Morgan’ın ayaklarını suya uzatmış oturduğunu, bir pipo tüttürdüğünü gördüm.

      Ona doğru başımı salladım ama beni görmemiş gibi yaptı. Az sonra da sandalına atlayarak gölde kürek çekmeye başladı.

      Eve döndüğümde, Bates mutfakta çalışıyordu. Burası geniş, kare biçimli bir odaydı. Duvarlarda ve alçak tavanda koyu keresteler görülüyordu. Devasa bir bacası olan büyük bir şömine vardı. Bir turna ve salkımlarla donatılmıştı ama kullanım için küçük bir alan ayrılmıştı.

      Bates beni uysallıkla karşıladı.

      “Evet, pek alışıldık bir mutfak değil, efendim. Bay Glenarm burayı İngiltere’deki eski bir mutfaktan kopyaladı. Burasıyla çok gurur duyardı. Akşamları burada oturmak çok hoştur, efendim.”

      Bana aşağıya inen yolu gösterdi. Evin her kısmına doğru uzayan bir mahzen olduğunu ve büyük odalara bölünmüş olduğunu o zaman fark ettim. Birinin kapısı koyu meşedendi ve etrafı demirle çevrilmişti. Tepesinde de parmaklıklı bir açıklık vardı. Üzerinde ağır bir asma kilit bulunan büyük, demir bir makara ile demirli geniş pencereler daha çok bir hücre havası veriyordu. Bu görüntü, bu tuhaf evdeki pek çok şey gibi beni korkuttu. Büyükbabamın zevklerini hayata geçirmek için harcadığı parayı düşününce gülmekle küfretmek arasında kaldım. Odanın bir patates deposu olarak kullanıldığını fark edince keyiflendim. Bates’e büyükbabamın evine bu hücreleri yapmaktaki amacını bilip bilmediğini sordum.

      “Bu, efendim, merhum efendimin bir diğer fikriydi. Bir defasında bana mükemmel donanımlı bir evde zindan da bulunması gerektiğini söylemişti. Yine o mizahi yanı, efendim! Ayrıca patatesler için de oldukça kullanışlı oldu.”

      Başka bir odada akla gelebilecek her türden fenerler buldum. Gruplar halinde raflara dizilmişti ve kapının hemen yanında tuhaf tasarımları olan pirinç şamdanlarla dolu bir malzeme odası vardı. Elimde bir mumla etrafa bakarken John Marshall Glenarm’ın zihnindeki aşırılıklar karşımda dururken duyduğum hisleri anlatmaya kalkacak değilim. Böyle merakları olan bir adamın onları tatmin etmek için yeterli parayı bulması bile inanılmayacak şeydi.

      Zemin kata dönüp kütüphanedeki kitapların başlıklarını inceledim. Ardından da bir pipo yakıp Normandiya Uyanışı ve etkileri üzerine son derece sıkıcı bir çalışmanın sıkıcı bir bölümünü okudum. Çok geçmeden bir iki gün içinde düzenli çalışmaya başlayacağım konusunda kendimi avutarak dışarı çıktım. Saat henüz on bir bile olmamıştı. Hapishanemin taş duvarları arasında zamanın geçmekte pek telaş etmediği aşikârdı. Önümde çaresiz kendimi çalışmaya gömeceğim uzun bir kış vardı ama şimdi sonbaharın ihtişamıyla karşımda uzanan manzarayı izlemek çok keyifliydi.

      Bates evin arka tarafında kabaca bırakılmış bir kereste yığınından aldığı tahtaları ciddiyetle kesiyordu. Çalışkanlığı beni etkilemişti. İdeal bir hizmetkârın sessiz tarzı vardı onda.

      “Eee, Bates, soğuktan ölmeme izin vermemeye kararlısın, öyle mi? Orada bütün kışa yetecek kadar odun olmalı.”

      “Evet, efendim. Ben sadece biraz daha ceviz kesiyorum. Bay Glenarm daha çok kayın ya da akçaağaç tercih ederdi. Yalnızca yaşlı ağaçları söktük. Yaz fırtınaları koruyu epey harap etti, efendim.”

      “Ah, ceviz, tabii ya! Şömine ateşi için en iyisi olduğunu duymuştum. Ne kadar da düşüncelisin.”

      Çayır tarafındaki tamamlanmamış kuleye döndüm. Oradaki bir yel değirmeni eve su pompalıyordu. Demir çerçeve tamamen taşla kaplanmamıştı ama çalışmadan geriye kalan malzemeler yerde dağınık halde duruyordu. Korunun içinden ormana doğru ilerleyerek kayıkhaneyi inceledim. Karanlıkta gördüğümde aklımda canlanandan çok daha gösterişli bir yerdi. İki katlıydı. Üst kat sıcak bir dinlenme odasından oluşuyordu. Geniş bir penceresi ve güzel bir göl manzarası vardı. Boyasız duvarlara Hint battaniyeleri asılmıştı. Pencerenin önünde şezlonglar ve geniş bir koltuk vardı. Yerdeki renkli hasır ve duvarlara asılmış birkaç Navajo baskısı mekânı daha da renklendirmişti.

      Çakıllı kıyıyı takip ederek okul arazisinin sınırlarını belirten taş duvara doğru ilerledim. Gördüğüm kadarıyla duvar, burada da tıpkı yol boyunca olduğu gibi devam ediyordu. Duvarın yanından ilerlerken büyükbabamın mülkünün, cumhuriyetin merkezinde yer aldığını ve günün birinde Amerika’da hiç tarihi kalıntı olmadığına dair iddiaları yalanlayacağını düşündüm.

      Duvarda bir aralık olmadığını düşünmüştüm ama yolun daha yarısına gelmişken demir bir kapı çıktı karşıma. Zincir ve asma kilitle kapatılmıştı. Ben de onlara basarak kapının üzerine çıktım. İki yanındaki sütunlar devasaydı ve ulaşamayacağım kadar yüksekti. Zeki bir ormancı okul arazisinde yer alan ve Glenarm mülkündekiyle aynı genel özellikleri gösteren koruyu temizlemişti. Birkaç genç kadının okul binalarından birinden çıkarak ikişerli ve dörderli gruplar oluşturmasını, şapele giden kaba patikada ileri geri yürümelerini izledim. Kahverengi bir cüppe giymiş olan bir rahibe ara sıra arkada kalıyor ya da önden giderek bir o grubun bir diğerinin yanına yanaşıyordu. Oldukça güzel ve ilgi çekiciydi. Ayrıca beklediğim kadar çirkin bir yoksullar okulu değildi. Öğrenciler, aklımda canlandırdığım o hayır kurumu çocuklarından sayılmazdı. Öncelikle çocuk sayılacak kadar genç değillerdi ve gayet düzgün giyinmişlerdi.

      Komşularımı ilk kez izlerken kendimi atkımı ve yakamı düzeltirken bulunca gülümsedim.

      Duvarın üzerinde öyle otururken arkamda, Glenarm tarafında öfkeli sesler duydum ve bir çalının çıtırdamasıyla bir kaçma kovalama olduğunu anladım. Duvarın üzerinde çömelip bekledim. Biraz sonra adamın biri koruya daldı ve alçak bir dala takılarak on metre öteme düşüverdi. Yerde yatan adamın sabah tanıştığım Morgan olduğunu görünce çok şaşırdım. Talihsizliğine lanetler yağdırarak kalktı, duvara dayandı, sonra göle doğru koşmaya başladı. Birden peşindeki de görüş alanıma girdi. Bates’ti tabii. Çok heyecanlıydı ve alnının ortasında çirkin bir kesik vardı. Elinde ağır bir sopa taşıyordu. Bir süre düşmanının çıkardığı sesleri dinledikten sonra, peşinden gitti.

      Pek benim kalemim işler değildi ama yine de merakımı cezbettiğini söyleyebilirim. Çömeldiğim yerden doğruldum, bacaklarımı duvarın okul tarafına doğru sarkıtarak bir puro yaktım. Dünyayı gözleme şansı veren taş bir barikat imkânı beni neşelendirmişti.

      Küçük kilisenin olduğu tarafa bakarken diğer iki aktörün de sahnede belirdiğini gördüm. Korudaki küçük bir açıklıkta bir kız, bir adamla konuşuyordu. Kızın elleri uzun paltosunun cebindeydi. Kırmızı bir İskoç beresi takmıştı. Korunun içinde kendini epey belli eden bir