Amerikalı yazar ve siyasetçi Meredith Nicholson, 9 Aralık 1866’da Indiana’nın Crowfordsville kentinde dünyaya geldi ama sadece 5 yaşına kadar burada yaşadı, sonrasında Indianapolis’e taşındı. Matematik dersinde çok zorlandığı için liseyi ilk senesinde bırakmak zorunda kaldı ama kendini eğitmeye hiç ara vermedi. Okumaya ve öğrenmeye olan tutkusu ona bambaşka kapılar açtı.
İlk yazılarını Indianapolis News ve Indianapolis Sentinel’de yayımladı. 1891’de şiir kitabı yayımlandı ama asıl patlamayı 1900 yılında gelen bir teklif üzerine yazmaya başladığı The Hoosier ile yaptı. Indiana’nın kültürel tarihini anlattığı bu kitap, ABD eyaletlerini teker teker ele alan bir seri kapsamında yayımlanmıştı. O sıralarda Denver’da yaşayan Nicholson, bu kitabın yayımlanmasının ardından, eşinin ailesinden de maddi destek alarak Indiana’ya döndü.
Nicholson, 30 yılda yaklaşık 30 kitap yazmayı başaran üretken bir yazardı. Özellikle yazarlık kariyerinin ilk yıllarında, çok satan pek çok romana imza atmıştı. 1905’in sonlarına doğru yayımlanan Bin Mumlu Ev, yazarın en başarılı romanı oldu. Pek çok dile çevrilen, hem tiyatroya hem de sinemaya uyarlanan Bin Mumlu Ev, 250.000’in üzerinde bir satış adedine ulaştı ve o dönem için çok ciddi bir başarı elde etti.
Büyük Buhran ve eşinin ölümünün etkisiyle 1920’lerin sonlarına doğru yazmayı bıraktı. Siyasi kariyerine odaklanmaya başlayan Nicholson, 1933’te Başkan Roosevelt tarafından Paraguay’a atandı. 8 yıl boyunca Nikaragua ve Venezüela gibi yerlerde diplomatlık görevini sürdürdü, 1941’de emekli oldu. Hayatının son yıllarını Indiana’da geçirdi. 21 Aralık 1947’de vefat etti.
Birinci Bölüm
JOHN MARSHALL GLENARM'IN VASİYETİ
Pickering’in büyükbabamın ölümünü bildirdiği mektubu, ekim başlarında Napoli’de elime geçti. John Marshall Glenarm haziranda ölmüştü. Pickering’in yazdığına göre, mülkünü şartlı olarak bana bırakmıştı ve vâris olarak tanımlanmak için bir an önce dönmem gerekiyordu. Mektubun elime ulaşması bile düşük bir ihtimaldi. Çünkü buradaki bankacıma değil, başkonsolos vasıtasıyla ulaştırılmak üzere Konstantinopolis'e gönderilmişti. Konsolosun gezilerimi takip eden bir arkadaşım olması ve vasiyet memurunun mektubunu peşimden İtalya’ya gönderebilmesi, Pickering’in hatası değildi. Burada Afrika demiryollarına harcanacak sınırsız parası bulunduğuna dair bilgi aldığım İngiliz bir finansörle görüşecektim. Eskiden “Tech” olarak bilinen bir Amerikan kurumundan mezun bir mühendisim. Kaynaklarım suyunu çektiği için doğal olarak mesleğime geri dönmüştüm.
Ama bu mektup planlarımı değiştirdi ve ertesi gün Pickering’e yola çıktığımı, New York’a giden bir gemiye bineceğimi belirten bir telgraf yolladım. On dört gün sonra da Pickering’in Alexis Binası’ndaki bürosunda oturmuş büyükbabamın vasiyetindeki maddeleri sıkıcı bir vurguyla okuyuşunu dinliyordum. Pickering ciddi bir adamdı ve benim laubaliliğimin canını sıktığını görmekten memnundum. Bu hususta onun için daima bir öfke kaynağı olmuştum. O güvensiz, azarlar gibi görünen bakışları beni hiç etkilemezdi.
Kâğıdı almak için masanın üzerinden uzandım. John Marshall Glenarm’ın vasiyetinin mühürlü ve kurdeleli bir kopyasını ellerime bıraktı. Maddeleri bir de kendim okudum. Bu arada Pickering’in soğuk bakışlarının sorgularcasına üzerimde gezindiğinin farkındaydım. Beni en çok alakadar eden paragraflar şunlardı:
Glenarm Malikânesi olarak bilinen mülkümü, bu mülkü çevreleyen ve aşağıda daha ayrıntılı olarak tanımlanacak toprakları ve oraya -Indiana eyaletindeki Wabana idare bölgesinde bulunan gayrimenkule- ait ve ilişik bulunan her tür kişisel varlığımı, aşağıdaki şartın içtenlikle ve dürüstçe yerine getirilmesi kaydıyla, bir zamanlar New York Eyaleti’nin ve Şehri’nin sakiniyken sonradan bilinmeyen yerlerin avaresi olan torunum John Glenarm’a bırakıyorum:
Bahsi geçen John Glenarm, bir yıl süresince bahsi geçen Glenarm Malikânesi’nde ve onu çevreleyen topraklarda yaşayacak, bu süre içinde uysal ve ılımlı bir tavır sergileyecektir. Bahsi geçen bir yılın herhangi bir ânında bu koşulu yerine getirmekte başarısız olursa, bahsi geçen mülk genel mülklerime intikal edecek ve herhangi bir ön koşul yahut hukuki işlem gerektirmeksizin New York Eyaleti ve idare bölgesinden Marian Devereux’nun olacaktır.
“Evet,” dedi Pickering ellerini sandalyesinin kolçaklarına vurarak. “Ne düşünüyorsun?”
Ne kadar uğraştıysam da kendimi kahkaha atmaktan alamadım. Öncelikle büyükbabamın benimle ilgili isteklerini ondan öğrenmemde müthiş bir ironi vardı. Pickering’le Vermont’ta, aynı kasabada büyümüştük, aynı koleje gitmiştik ama çocukluğumuzdan beri aramızda belirgin bir düşmanlık vardı. Benim başarısız olduğum her konuda o başarı kazanmıştı. Yani itiraf etmeliyim ki epey bir başarısı vardı. Ben bir yere yerleşip mesleğimi sürdürmeyi reddetmiş, öncelikle dünyayı görmeyi seçmiştim. Pickering’se kendini ciddiyetle hukuka vermişti ve en başından beri bildiğim gibi başarısız olması gibi bir ihtimal yoktu.
Ben sıradan bir insandan daha azı ya da fazlası değilim ama bir keresinde kolejdeyken ondan küçük bir çocuğa zorbalık yaptığı için ona sağlam bir dayak attığımı sevinçle hatırlarım. Gerçi okul günlerindeki çetelemize bakacak olursak, onun tarafında da çentikler vardı. Bir kere daha iyi bir öğrenciydi, hakkını teslim etmeliyim. Aynı zamanda kurnaz ve inandırıcıydı. Gücünün ve kaynaklarının sınırını asla bilemezdiniz ve müthiş bir şansı olduğunu da iddia edebilirim. Sadece John Marshall Glenarm’ın onunla dostça ilgilenmesi bile kanıt olarak sunulabilir. İşlerini Pickering’in kontrolüne bırakmak tam da birçok hevesi olan büyükbabamlık bir işti. Şikâyet edemezdim çünkü ben şansımı kaybetmiştim. Beni bu vasiyet konusunda Arthur Pickering’le görüşmek zorunda bırakmasının, büyükbabamı öfkelendirme konusundaki dikkat çeken başarım nedeniyle, payıma düşen ceza olduğunu zaten biliyordum. Pickering de durumun keyfini çıkarıyordu. Onda hep katlanılmaz bulduğum o kendinden emin tavrıyla arkasına yaslandı. Görmüş geçirmiş, tecrübeli birinin himayesinde olmayı tamamen kabullenebilirdim. Ama Pickering benimle aynı yaştaydı ve yaşam tecrübesi bana oldukça yetersiz görünüyordu. Onu New York’ta, büyükbabamın cömertliği sayesinde bir yaşam kurmuş ve büyükbabamın mülkünün idaresini eline almış halde görmek katlanılması zor bir durumdu.
Ama neşemde tamamen dürüst olmayan bir yan vardı. Zira önceki üç yıl boyunca yaptıklarım ayıplanabilecek cinstendi. Büyükbabamı aşağılık bir biçimde kullanmıştım. Annemle babam ben çocukken ölmüştü ve kendimi bildim bileli bana bakan büyükbabamdı. Babamdan kalan serveti sınırsızca harcamama tahammül etmişti. Benden çok şey bekliyordu ama ben onu hayal kırıklığına uğrattım ne yazık ki. Kendimi mimarlığa, onun büyük bir hayranlık duyduğu bir mesleğe adamam onun en büyük umuduyken ben mühendislikte ısrarcı olmuştum.
Sürdürdüğüm yaşam için özür dilemiyorum. Teknik eğitimimin bitiminde yurtdışına gidişimi ve Laurance Donovan’la tanışınca onunla bir maceraya atılışımı mazur göstermeye çalışacak da değilim. Tuna kıyılarında, Demirkapı’nın doğusunda geçirdiğim telaşsız aylardan pişmanlık duymuyorum. Gerçi muhtemelen pişmanlık duymam daha çok işime yarardı. Laurance Donovan hep benimle birlikteydi. Köylüleri ve handaki aylakları kışkırtıp kargaşa çıkarırken, kendimizi tereyağından kıl çeker gibi temize çıkarırken, daha büyük zevkler için Karadeniz’e açıldığımızda, Rusya peşimize casuslarını takarak bizi onurlandırdığında… Kendi adıma hiç değilse Belgrad’da karşılaştığımız bazı olayları yazmak isterdim ama Larry’nin onayı olmadan bunu yapma özgürlüğüm yok. Atlas Dağı’ndaki cücelere dair yaptığımız çalışma Britanya Etnoloji Cemiyeti’nde mansiyon ödülü almış olsa da Afrika’ya yaptığımız seyahatleri anlatmaya da zaman ayırmayacağım.
Bunlar geçmişte kaldı. Bugünse Arthur Pickering’in devasa Alexis Binası’nda yer alan ve Broadway’in boğuk gürültüsünün duyulduğu bürosunda oturmuş bir insan bir insandan en fazla ne kadar hoşlanmazsa o kadar hoşlanmadığım bir adamla, Büyükbaba Glenarm’ın vasiyetindeki maddeleri tartışıyordum. Pickering bana bir soru sormuştu ve ben bir anda gözlerini bana dikmiş cevap beklediğini fark ettim.
“Ne mi düşünüyorum?” diye tekrarladım. “Benim ne düşündüğüm fark