“Kesin öyledir,” dedi Martin Beck. Cam kenarında dikiliyor, polis arabalarının kurt gibi ulumasını dinliyordu, çok net duyulabiliyordu sesleri, hâlbuki Martin Beck kalabalıktan uzak bir noktada oturuyordu.
“Beş dakikada hazır olur,” dedi Rhea.
Her bir araya gelişlerinde hep aynısı oluyordu. Rhea hemen acıkıyordu. Bazen o kadar acıkıyordu ki çırılçıplak hâlde mutfağa koşup yemek yapmaya başlıyordu. Bir de sıcak yemeği tercih edişi işini pek de kolaylaştırmıyordu.
Martin Beck’in öyle sorunları yoktu. Karısından ayrılır ayrılmaz, mide sorunları sona ermişti. Mide sıkıntısının kökeni karısının yanlış yemek pişirmesi miydi, yoksa psikosomatik nedenler mi bilmiyordu. Ancak Martin Beck açlığını kolayca giderirdi, özellikle mesaideyken ya da Rhea’dan uzaktayken, iki peynirli sandviç ve bir iki bardak süt yeterdi.
Ancak Rhea’nın sıcak, açık sandviçlerine karşı koymak çok zordu. Martin Beck üç tane yedi ve iki şişe Hof içti. Rhea yedi tane gömdü, yarım şişe kırmızı şarap içti. On beş dakika sonra tekrar buzdolabını karıştıracak kadar açtı.
“Kalacak mısın?” diye sordu Martin Beck.
“Evet lütfen,” dedi Rhea. “Öyle bir güne benziyor.”
“Nasıl bir güne?”
“Bize uyan bir güne tabii.”
“Ah, öyle bir güne.”
“İsveç Bayrak Günü’nü kutlayacaktık mesela. Kral’ın isim gününü de. Uyandığımız zaman yapacak orijinal bir şey bulmalıyız.”
“Ah. Onu hallederiz.”
Rhea tekli koltuğa kıvrıldı. Çoğu insan bu garip pozisyonda ve garip uzun kazağın içinde onu komik bulurdu. Ancak Martin Beck öyle düşünmüyordu. Bir süre sonra uykuya dalmış gibiydi ama şöyle dedi; “Sen üstüme atlamadan önce ne diyecektim, şimdi hatırladım.”
“Neymiş?”
“Şu kız, Rebecka Lind, ona ne olacak?”
“Hiçbir şey. Serbest bırakıldı.”
“Bazen gerçekten salakça konuşuyorsun. Serbest bırakıldığını ben de biliyorum. Soru şu, şimdi kıza ne olacak? Kendine bakabilir mi?”
“Ah, bakar bence. En az akranları kadar duygusuz ve pasif biri. Duruşmaya gelince…”
“Evet, duruşma. Bundan ne öğrendi? Herhâlde hiçbir şey yapmamış olsan da gözaltına alınmanın ve hapsi boylamanın mümkün olduğunu görmüştür.” Rhea kaşlarını çattı. “O kız için endişeleniyorum. Hiç anlamadığın bir toplumun içinde yaşamını idame ettirmek çok zor, sistem sana yabancı.”
“Anladığım kadarıyla o Amerikalı çocuğun rahatı yerinde ve gerçekten kıza bakmak istiyor.”
“Belki de yapamıyor,” dedi Rhea başını iki yana sallayarak.
Martin Beck bir süre ona sessizce baktı ve, “Sana karşı çıkmak isterdim ama o kızı görünce ben de endişelendim. Ama gerçek şu ki maalesef elimizden ona yardımcı olmak için pek bir şey gelmez. Elbette özel olarak ona para yardımı yapabiliriz ama öyle bir yardımı kabul edeceğini sanmıyorum. Neyse, zaten benim verecek param da yok,” dedi.
Rhea bir süre ensesini kaşıdı. “Haklısın,” dedi. “Bence de hayır kabul edecek bir tipe benzemiyor. Hatta sosyal yardım ofisine bile kendi isteğiyle gitmemiştir. Belki işe girmeye çalışır ama asla bulamaz.” Esnedi. “Daha fazla düşünecek enerjim yok,” dedi. “Ama bir şey kesin görünüyor. Rebecka Lind hiçbir zaman bu ülkenin önemli bir vatandaşı olmayacak.”
Orada yanılıyordu. Çok geçmeden uyuyakaldı.
Martin Beck mutfağa gitti, bulaşıkları yıkayıp ortalığı topladı. Rhea uyandığında hâlâ mutfaktaydı, kadının televizyonu açtığını duydu. Rhea kendi evine televizyon almamaya karar vermişti, tahminen çocukların iyiliği için ama Martin Beck’in televizyonunu seyretmeyi seviyordu. Martin Beck ona seslendiğini duydu, yaptığı işi bırakıp diğer odaya gitti.
“Özel haber bülteni çıktı,” dedi.
Rhea asıl başını kaçırmıştı ama konu açıktı. Haber spikerinin sesi ağırbaşlı ve çok ciddiydi.
“…suikast saraya varılmadan önce gerçekleşti. Sokağın altına yerleştirilen çok kuvvetli bir patlayıcı tam kortej geçtiği sırada patlatıldı. Başkan ve kurşungeçirmez aracın içindeki diğer görevliler olay yerinde can verirken vücutları paramparça oldu. Araba yakındaki bir binaya fırladı. Patlamanın etkisiyle başka ölenler de oldu, çoğu güvenlik görevlileri ve o alandaki sivillerden oluşuyordu. Şehir polisinin şefi, ölü sayısının on altı olduğunu duyurdu ama son rakamlar daha yüksek olacağa benziyor. Aynı zamanda bu ziyaret için alınan güvenlik önlemlerinin, ülke tarihindeki en kapsamlı önlemler olduğunu belirtti. Suikasttan hemen sonra Fransa’dan yapılan bir yayında uluslararası terör örgütü ULAG’ın bu eylemin sorumluluğunu üstlendiği açıklandı.”
Haber spikeri telefon ahizesini kaldırıp birkaç saniye dinledi, sonra şöyle dedi; “Şimdi uydudan alınan görüntüleri ve bir Amerikan televizyon şirketinin, trajik şekilde sonlanan bu devlet ziyareti esnasında çektiği görüntüleri izleyeceğiz.”
Yayın kalitesi çok düşüktü ancak yine de mide bulandırıcıydı, hiç gösterilmemesi daha iyiydi.
Önce Başkan’ın uçağının havalimanına inişi ve ardından bu asil beyefendinin çıkışı, karşılama komitesine şaşkın şaşkın el sallayışı çekilmişti. Arkasından hevessizce merasim kıtasını süzüyordu ve ev sahiplerini yüzünde sahte bir gülüşle selamlıyordu. Ardından kortejden birkaç görüntü geliyordu. Güvenlik önlemleri son derece iç rahatlatıcı görünüyordu.
Derken yayının can alıcı noktası. Televizyon şirketi görünüşe göre son derece stratejik ve talihli bir noktaya bir kameraman yerleştirmişti. Adam yirmi metre daha yakında olsaydı, herhâlde şu anda hayatta olmazdı. Öte yandan, eğer yirmi metre uzakta olsaydı, gösterecek bir görüntü olmazdı. Her şey çok hızlı yaşanmıştı; önce dev bir duman bulutu yükseliyordu, içinde arabalar, hayvanlar ve insanlar parçalanarak havaya karışıyordu, ardından bir atom bombasından çıkan mantar bulutuymuş gibi yükselen bulutun içine çekilip kayboluyorlardı. Ardından kameraman çevreyi çekiyordu, çok güzeldi; akan bir çeşme, palmiye ağaçları dikilmiş geniş bir cadde vardı. Arkasından bir zamanlar bir araba olan bir metal yığını ve kısa süre önce sapasağlam bir insan olan ama şimdi tamamen bambaşka olmuş bir şeyin görüntüsü geliyordu.
Görüntüler boyunca muhabir, sadece Amerikalı muhabirlerin başarabildiği o hevesli, nefes nefese konuşmayla olayları hiç durmadan anlatarak yorumluyordu. Sanki, büyük bir zevkle, dünyanın sonuna şahit olmuştu.
“Of Tanrım,” dedi Rhea, yüzünü sandalyenin minderine gömerek. “Ne kadar berbat, iğrenç bir dünyada yaşıyoruz.”
Ancak Martin Beck için durum bir nebze daha zor olacaktı.
İsveç haber spikeri tekrar ekrana çıktı. “Az önce öğrendiğimiz kadarıyla İsveç polisinin, suikast yerinde özel bir gözlemcisi bulunuyordu: Stockholm’deki Şiddet Suçları Şubesi’nden Komiser Gunvald Larsson.”
Ekrana Gunvald Larsson’un zekâ engelli gibi göründüğü bir fotoğrafı geldi ve ismi her zamanki gibi yanlış telaffuz edilmişti.
“Maalesef şu anda Komiser Larsson’a ne olduğuna dair bir haber alınamadı. Buradaki haberimize son verirken ajans haberlerine