Martin Beck o gün boştu. Rhea çıktıktan sonra duş aldı, bornozunu giyip yatağa uzandı. Hâlâ canı sıkkındı. Ayağa kalkıp aynada kendine baktı. Kırk dokuz yaşında göstermiyordu, doğruydu ama aynı zamanda bu yaşta olduğu da gerçekti. Görebildiği kadarıyla, yüz hatları yıllardır değişmemişti. İnce ve uzundu, hafif sarı tenli ve geniş çeneli bir adamdı. Saçları kırlaşmamıştı. Şakaklarında seyrelme yoktu.
Yoksa bunların hepsi bir illüzyon muydu? Sırf Martin Beck böyle olmak istiyor diye?
Tekrar yatağa döndü, sırtüstü uzanıp ellerini ensesinde bağladı.
Hayatının en güzel saatlerini yaşamıştı. Aynı zamanda çözümü olmayan bir problem yaratmıştı. Rhea ile yatmak muhteşemdi. Ama gerçekte nasıl biriydi? Martin Beck bunu kelimelere dökmek istediğinden emin değildi ama belki de dökmeliydi. Tule Caddesi’ndeki evde birisi bir defasında onun için ne demişti? Yarı kız, yarı kabadayı?
Aptalcaydı ama bir şekilde uyuyordu.
Dün gece nasıldı?
Martin Beck’in hayatındaki en iyi geceydi. Cinsel anlamda yani. Ama o alanda fazla tecrübesi yoktu zaten.
Rhea nasıldı? Martin Beck cevap vermek zorundaydı. Esas soruya gelmeden önce.
Rhea bunu eğlenceli bulmuştu. Bazen kahkahalarla gülmüştü. Bazen de Martin Beck onun ağladığını düşünmüştü.
Şimdiye kadar iyiydi ancak Martin Beck başka bir noktaya takıldı.
Bu iş yürümezdi.
Bu ilişkide karşıt birçok nokta vardı.
Ben ondan on üç yaş büyüğüm. İkimiz de boşanmış insanlarız.
Çocuklarımız var, hoş benimkiler büyüdü, Rolf on dokuz, Ingrid de yirmi üçe yakın ama onunkiler hâlâ küçük sayılır.
Ben altmış yaşında emekli olmaya hazırlanırken Rhea daha kırk yedi olacak.
Bu ilişki yürümez.
Martin Beck onu aramadı. Günler geçti. O gecenin üstünden bir haftayı aşkın zaman geçerken sabahın yedi buçuğunda telefonu zır zır çaldı.
“Selam,” dedi Rhea.
“Selam. Geçen hafta için teşekkürler.”
“Ben de teşekkür ederim. Meşgul müsün?”
“Hayır.”
“Tanrım, polis dediğin meşgul olmalı,” dedi Rhea. “Çalışmaya ne zaman vakit ayırıyorsunuz?”
“Benim taraf şu anda sakin bir dönemde. Ama şehre inersen orası ayrı.”
“Teşekkürler, sokakların hâlinden haberim var.”
Kısa bir an durdu, çatlak sesle öksürdü, sonra şöyle dedi, “Konuşma zamanı geldi sanırım?”
“Sanırım.”
“Tamam. Ne zaman istersen çıkıp gelirim. Senin evinde olması en iyisi.”
“Belki sonrasında çıkıp bir şeyler yeriz,” dedi Martin Beck.
“Evet,” dedi Rhea tereddütle, “yiyebiliriz. Bu günlerde sabolarla restorana gidiliyor mu?”
“Tabii.”
“Yedide oradayım öyleyse.”
Kısa ve öz olmasına rağmen, ikisi için de önemli bir konuşmaydı bu. Düşünceleri hep aşağı yukarı aynı olurdu ve bu kez de farklı olmayacaktı. Büyük ihtimalle, oldukça öneme sahip bu meselede ikisi de benzer sonuca varmıştı.
Rhea saat tam yedide geldi. Kırmızı sabolarını ayağından fırlatıp parmak ucunda kalkarak onu öptü.
“Neden aramadın?” diye sordu.
Martin Beck cevap vermedi.
“Çünkü sonunda bir karara vardın,” dedi. “Ve bu kararın pek hoşuna gitmedi?”
“Hemen hemen.”
“Hemen hemen mi?”
“Tamı tamına,” dedi Martin Beck.
“Yani aynı eve taşınamayız, evlenemeyiz ya da başka çocuk ya da aptalca başka bir şey yapamayız. İşte o zaman her şey fazla karmaşık, fazla bulanık hâle gelir ve böyle iyi bir ilişkinin cehennemin dibini boylaması kaçınılmaz olur. İlişkiye yazık olur.”
“Evet,” dedi Martin Beck. “Muhtemelen haklısın. Karşı çıkmayı çok istesem de.”
Rhea o garip, yoğun, berrak mavi gözleriyle doğrudan gözlerinin içine bakıp şöyle dedi; “Karşı çıkmayı çok istiyor musun?”
“Evet, ama etmeyeceğim.”
Rhea kontrolünü kaybetmiş gibiydi. Pencere kenarına yürüdü, perdeyi çekip Martin Beck’in anlayamadığı, boğuk bir sesle hızlı hızlı bir şeyler söyledi. Birkaç saniye sonra, yine başını bile çevirmeden konuştu; “Seni sevdiğimi söyledim. Seni seviyorum ve muhtemelen daha uzun süre de seveceğim.”
Martin Beck şaşkındı. Sonra kadının yanına gidip kollarıyla ona sarıldı. Az sonra Rhea yüzünü göğsünden kaldırıp, “Demek istediğim, ben bu ilişkiye sahip çıkıyorum ve ikimiz de sahip çıktığımız sürece devam etmek istiyorum. Sana uyar mı?” dedi.
“Evet,” dedi Martin Beck. “Şimdi yemeğe çıkalım mı?”
Dışarıda yemeğe nadiren çıkmalarına rağmen, baş garsonun, Rhea’nın tahta sabolarına garipseyerek baktığı pahalı bir restorana gittiler. Sonrasında eve yürüyüp aynı yatağa uzandılar, ikisi de bunu yapmayı planlamamıştı.
O günden bu yana neredeyse iki yıl geçmişti ve Rhea Nielsen, sayısız defa Köpman Caddesi’ne gelmişti. Doğal olarak evde izini bırakmıştı, özellikle mutfakta, burası tanınmaz hâldeydi. Ayrıca yatağın üstüne Mao posterini de asmıştı. Martin Beck asla siyasi konularda görüş belirtmezdi, bu kez de bir şey dememişti. Ancak Rhea şöyle demişti; “Eğer evde röportaj vermen gerekirse, bunu indirmek zorunda kalabilirsin. Eğer asılı bırakmaya korkarsan.”
Martin Beck cevap vermemişti ama bu posterin bazı çevrelerde yaratacağı sorunu düşününce orada bırakmaya karar vermişti.
5 Haziran 1974 günü Martin Beck’in evine gittiklerinde Rhea hemen sandaletlerini çıkarmaya koyuldu.
“Şu kahrolası kayış ayağımı vuruyor,” dedi. “Ama bir iki haftaya düzelir.” Sandaletleri kenara attı. “Oh be,” dedi. “Bugün iyi iş çıkardın. Kaç polis tanıklık etmeyi ve o soruları cevaplamayı kabul ederdi ki?”
Martin Beck sessizliğini sürdürdü.
“Bir kişi bile etmezdi,” dedi Rhea. “Senin sözlerin davanın seyrini değiştirdi. Hemen anladım.” Rhea ayaklarını inceledi. “Sandalet iyi hoş ama deli gibi vuruyor. Böyle daha iyi.”
“İstersen üstündeki her şeyi çıkar,” dedi Martin Beck. Bu kadının ne zaman ne yapacağını bilecek kadar yakından tanıyordu. Ya anında bütün kıyafetlerini fırlatıp atardı ya da tamamen başka bir konuya geçiş yapardı.
Rhea ona şöyle bir baktı. Bazen gözlerinin içi parlıyor, diye düşündü Martin Beck. Rhea bir şey demek için ağzını açtı ama anında sustu. Onun yerine gömleğiyle kotunu çıkardı. Martin Beck ceketinin düğmesini bile açamadan Rhea’nın kıyafetleri yere yığılmış, kendisi de çırılçıplak yatağa uzanmıştı.
“Tanrım,