“Evet, Kristiansson oradaydı. Devriye arabasını kullanıyordu.”
“O da diğer polis kadar salak mı?”
“Evet.”
“Savunma makamının son savunmasıyla davanın kazanılacağını sanmıyorum, öyle değil mi?”
Martin Beck gülümsedi. Rhea’nın bu mevzuya bu kadar ciddiyetle dâhil olacağını tahmin etmeliydi.
“Hayır, pek olası görünmüyor. Ama sence savunma mı kazanmalı, Rebecka suçlu değil mi?”
“Bu soruşturma tamamen saçmalık. Dava olduğu gibi polise dönebilir, hiçbir şey doğru düzgün araştırılmamış ki. Polislerden sırf bu sebepten nefret ediyorum. Yarısı bile tamamlanmamış dosyaları savcının önüne bırakıyorlar. Savcı hindi gibi kabara kabara ortalıkta geziniyor. Üstelik esas yargılayacak olanların da tek işi öylece oturmak çünkü hem tek bildikleri bu hem de siyasi olarak bir şeye yaramıyorlar.”
Rhea birçok açıdan haklıydı. Jüri, partiden ıskartaya çıkarılanlardan ibaretti, çoğunlukla ya savcının arkadaşı oluyor ya da onlardan temelde nefret eden, iradesi güçlü hâkimlerin etkisi altında kalıyorlardı.
“Biliyorum kulağa tuhaf gelecek,” dedi Martin Beck, “ama Braxén’i hafife alıyorsun.”
Adliyeye kadarki kısa yürüyüşte Rhea birden elini tuttu. Bu nadiren ve endişeli olduğunda ya da çok gerildiği zaman yaşanırdı. Eli de diğer her şeyi gibi, güçlü ve güven vericiydi.
Buldozer onlarla aynı anda, mahkemenin başlamasından tam bir dakika önce bekleme salonuna girdi. “Vasa Caddesi’ndeki banka soygunu halledildi,” dedi nefes nefese. “Ama onun yerine iki yeni soygun daha var ve birisi…”
Gözleri Kvastmo’ya takıldı, cümlesini bitirmeden konuya girdi. “Sen eve gidebilirsin,” dedi Kvastmo’ya. “Ya da mesaine dönebilirsin. Bana bir iyilik yapmış olursun.”
Buldozer’in başından savma metoduydu bu.
“Ne?” dedi Kvastmo.
“Nöbete dön,” dedi Buldozer. “Bize orada lazımsınız.”
“Benim delil nasıldı ama? O gangster hatunun hakkından geldik, değil mi?” dedi Kvastmo.
“Evet,” dedi Buldozer. “Şahaneydin.”
Kvastmo, gangster toplumla mücadelesine diğer alanlarda devam etmek üzere oradan ayrıldı.
Mahkeme yeniden toplandı ve duruşma devam etti.
Braxén ilk tanığı olan banka müdürü Rumford Bondesson’u çağırdı. Formalite icabı sorulanların ardından yanmayan purosuyla şahidi işaret edip sorgularcasına birdenbire, “Rebecka Lind ile tanışıyor musunuz?” diye sordu.
“Evet.”
“Ne zaman tanıştınız?”
“Yaklaşık bir ay önce. Bankanın merkez şubesine bu genç hanım geldi. Üstünde bugünkü giysiler vardı ama göğsünde bir bebek taşıyordu.”
“Ve onu kabul ettiniz?”
“Evet. Birkaç dakika boş vaktim vardı, ayrıca modern genç insanlar ilgimi çeker.”
“Özellikle de kadın olanlar mı?”
“Evet. İtiraf etmekte sakınca görmüyorum.”
“Kaç yaşındasınız, Bay Bondesson?”
“Elli dokuz.”
“Rebecka Lind ne istiyordu?”
“Borç para istedi. Finansal konularda en ufak bir fikri olmadığı belliydi. Birisi ona bankalardan borç alınabildiğini söylemiş, o yüzden o da en yakındaki büyük bankaya girip müdürle konuşmak istemiş.”
“Siz ne cevap verdiniz?”
“Bankaların ticari kurumlar olduğunu, faiz ve teminat olmadan borç para yani kredi verilemeyeceğini açıkladım. O da bana bir keçi ve üç kedisi olduğunu söyledi.”
“Neden borç istiyormuş?”
“Amerika’ya gitmek için. Amerika’nın tam olarak neresine gideceğini bilmiyordu, oraya gidince ne yapacağını da bilmiyordu. Ama elinde bir adres olduğunu söyledi.”
“Başka ne dedi?”
“Ticari olmayan, sıradan insanların paraya ihtiyaç duyduklarında gidebileceği, bir banka var mı diye sordu. Ben de espriyle, Kredi Bankası ya da bugünlerdeki adıyla PK Banka’sının sahibinin devlet olduğunu, yani bu yüzden halkın olduğunu anlattım. Bu cevap ona yetmiş gibiydi.”
Borazan tanığa doğru yürüdü, puroyu göğsüne değdirdi ve, “Başka bir şey konuşuldu mu?” diye sordu.
Bay Bondesson cevap vermedi ve sonunda hâkim şöyle dedi, “Ant içtiniz, Bay Bondesson. Sizin tarafınızdan işlenen suçları ifşa eden sorulara cevap vermek zorunda değilsiniz.”
“Evet,” dedi Bondesson, bariz bir isteksizlikle. “Genç kızlar benimle ilgilenir, ben de onlarla. Ona küçük sorunlarını çözebileceğimi söyledim.”
Etrafına bakındığında Rhea Nielsen’dan yok edici bir bakış ve kâğıtlarına gömülmüş Buldozer Olsson’un kel kafasının parlamasını yakaladı.
“Rebecka Lind ne cevap verdi?”
“Hatırlamıyorum. Oradan bir sonuç çıkmadı.”
Borazan masasına döndü. Evraklarını karıştırıp şöyle dedi: “Polis sorgusunda Rebecka şu yorumları yaptığını belirtmiş: ‘Pis yaşlı adamlardan nefret ediyorum,’ ve ‘Bence iğrençsin.’” Borazan daha yüksek sesle tekrar etti: “Pis yaşlı adamlar.” Purosunu da havaya kaldırmasıyla beraber sorgunun sona erdiğini belirtmiş oldu.
“Bunun davamızla ne alakası olduğunu hiç anlamıyorum,” dedi Buldozer kafasını bile kaldırmadan.
Tanık, gururu incinmiş bir edayla kürsüden indi.
Sonra sıra Martin Beck’e geldi. Formalite icabı sorular aynıydı ama Buldozer şimdi daha ilgiliydi ve savunma makamının sorularını büyük bir dikkatle takip ediyordu.
“Dün,” dedi Borazan, hazırlık çalışmaları sona erince, “Filip Trofast Mauritzon adındaki şahsın, Yargıtay’a itiraz etme hakkının reddedildiği haberini aldım. Hatırlarsınız, Başkomiser Beck, Mauritzon on sekiz ay önce silahlı banka soygunuyla bağlantılı olarak cinayetten hüküm giymişti. Bu davadaki savcı, benim belki de o kadar bilgili olmayan arkadaşım Sten Robert Olsson’du, ki o dönemde Kraliyet Savcısı unvanını taşıyordu. Teşekküre layık bulunmayan ve ahlaki bir yük taşıyan mesleğim gereği Mauritzon’u savunma görevi bendeydi, ne de olsa bu şahıs gündelik deyişle bir ‘suçluydu’. Şimdi bir soru sormak istiyorum: Siz Başkomiser Beck, Mauritzon’un banka soygunundan suçlu olduğunu ve şu anki iddia makamındaki savcı Bay Olsson’un yürüttüğü soruşturmanın, polis açısından bakıldığında yeterli olduğunu düşünüyor muydunuz?”
“Hayır,” dedi Martin Beck.
Buldozer’in yanakları birden gömleğiyle aynı pembe tonuna bürünse de ve altın rengi deniz kızları ve hula dansözü desenleriyle dolu iğrenç kravatıyla iyice belirginleşse de, kendisi mutlu mutlu gülümseyip, “Ben de bir soru sormak istiyorum,” dedi. “Başkomiser Beck, bankadaki cinayet soruşturmasında sizin en ufak bir göreviniz var mıydı?”
“Hayır,” dedi Martin Beck.
Buldozer ellerini yüzünün önünde şaplattı ve koca bir bir tatminle gülümsedi.
Martin