Kocaman bir dalga güverteyi vurdu ve Tartuvain dalgaları ağının altında kayarak onun kaymasına ve kafasını ahşap gövdeye çarpmasına neden oldu. Sinip, hırlamaya başladı, eski ruhundan ya da gücünden eser yoktu. Yeni kaderine boyun eğmiş, öldürülmek hatta daha kötüsü tutsak edilmek için götürüleceğini biliyordu. Kendine ne olacağı umurunda değildi. Sadece Thor’un iyi olmasını istiyordu. Tek istediği ona saldıranlardan intikam alacağı bir şans, son bir şanstı.
“İşte orada! Güvertenin diğer tarafına kaymış!” diye bağırdı İmparatorluk askerlerinden biri.
Mycoples aniden yüzündeki hassas pulları delip geçen bir acı hissetti ve iki İmparatorluk askerini ellerinde yaklaşık on metrelik hançeriyle gördü; güvenli bir mesafeden ağ içinden onu dürtüyorlardı. Onlara saldırmak istedi ama engelleri vardı. Mycoples onlara hırlarken, onlar tekrar tekrar onu dürtüyor, gülüyor ve eğleniyorlardı.
“O kadar da korkunç değil, değil mi?” diye sordu biri diğerine.
Öteki de güldü, hançerini gözlerine yakın bir yere batırıyordu. Mycoples son saniyede kaçınarak kör olmaktan kurtuldu.
“Uçan bir hayvan olarak aslında zararsız,” dedi biri.
“Yeni İmparatorluk başkentinde onu herkese göstereceklermiş diye duydum.”
“Ben öyle duymadım,” dedi diğeri. “ Benim duyduğuma göre kanatlarını koparıp, adamlarımıza yaptığı tüm zararların intikamı olarak ona işkence edeceklermiş.”
“Umarım bu sahneyi izleyebilirim.”
“Onu cidden zarar vermeden mi teslim etmemiz gerekiyor?” diye sordu biri.
“Emirler böyle.”
“En azından biraz sakatlayabiliriz. Ne de olsa her iki gözüne de ihtiyacı yok, değil mi?”
Diğeri güldü.
“Madem öyle söylüyorsun, sanırım yok,” diye cevap Verdi. “Hadi bakalım, biraz eğlenelim.”
Adamlardan biri yaklaştı ve hançerini yukarı kaldırdı.
“Kıpırdama, küçük kız,” dedi asker.
Mycoples, ona yakınlaşarak hançeri gözüne sokmak için gelen adam karşısında çaresiz irkildi.
Aniden bir başka dalga güverteyi vurduğunda askerin ayakları yerden kesilerek doğrudan Mycoples’in suratına doğru kaydı, gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Son bir çabayla Mycoples askerin altına kaymasına yetecek kadar pençesini kaldırdı ve adamın tam üstüne vurarak boğazını deldi.
Çığlığı bastı ve kanı her yere dağıldı, suyla karışıyordu. Adam altında ölürken Mycoples bir nevi rahatlama hissetmişti.
Diğer İmparatorluk askeri dönüp koştu ve yardım çığlığı atmaya başladı. An içinde bir düzine İmparatorluk askeri yaklaştı hepsinin elinde uzun hançerler vardı.
“Hayvanı öldürün!” diye bağırdı biri.
Hepsi öldürmek için ona yaklaştılar, Mycoples bunu yapacaklarından emindi.
Aniden içinden yükselen çok güçlü bir öfke hissetti, daha önce böylesi bir şey hiç yaşamamıştı. Gözlerini kapadı ve son bir güç vermesi için tanrıya dua etti.
Yavaşça göbeğinden yükselen kocaman bir ateş hissetti, boğazına doğru yol alıyordu. Ağzını açtı ve dışarı kükredi. O anda bir ateş yığının dışarı döküldüğünü görünce kendi de şaşırdı.
Alevler ağı geçti, Akron’u yok etmese de, ona doğru gelen bir düzine askerin oluşturduğu et duvarı alevle kaplandı.
Vücutları ateş içinde kalınca hepsinin çığlıkları duyuldu, çoğu güverteye çöktü ve o anda ölmeyenler koşarak denize atladılar. Mycoples gülümsedi.
Bir düzine asker daha ellerinde sopalarla göründü, Mycoples ateşi tekrar çağırmaya çalıştı.
Fakat bu sefer işe yaramadı. Tanrı dualarına cevap vermiş ve ona son bir şans vermişti. Ama şimdi yapabileceği daha fazla bir şey yoktu. En azından aldığı küçük intikam için minnettardı.
Onlarca asker üstüne çullanarak, onu sopalarla dövmeye başladı; Mycoples yavaşça tükendiğini, gözlerinin kapandığını hissediyordu. Kaskatı kıvrıldı, koyuverdi, dünyadaki zamanının sonuna gelip gelmediğini merak etti.
Kısa süre sonra tüm dünyası karardı.
YEDİNCİ BÖLÜM
Romulus gövdesi siyaha ve altın renge boyalı, ağzında kartal tutan aslanlı İmparatorluk bayrağının rüzgarda tüm gücüyle dalgalandığı devasa gemisinin güvertesinde duruyordu. Elleri belindeyken kaslı çatısı her zamankinden daha geniş görünüyordu, sanki güverteye çivilenmişti; Ambrek’in hareketli ve parlak dalgalarına gözlerini dikmişti. İleride, henüz görünen Halka kıyıları uzanıyordu.
Nihayet.
Romulus’un kalbi, Halka’yı ilk kez gördüğü bu zamanda beklentiyle doldu taştı. Gemisinde özenle seçtiği onlarca en iyi adam ve arkalarında en iyi İmparatorluk gemileriyle denize açılmış binlercesi birlikte ilerliyorlardı. Denizi dolduran bu kalabalık donanmadaki her gemi İmparatorluk bayrağını taşıyordu. Çok uzun yoldan geliyorlardı, Halka’nın etrafını dolanmış ve McCloud tarafından karaya ulaşmayı hedeflemişlerdi. Romulus, Halka’ya kendi girerek, eski patronu, Andronicus’un arkasından sinsice gidip onu en beklemediği zamanda öldürmeyi planlıyordu.
Düşüncesi onu gülümsetti. Andronicus görevinin başındaki sağ kolunun gücü veya kurnazlığı hakkında hiç bir fikri yoktu ve bunu en acı yoldan öğrenecekti. Onu hafife almamalıydı.
Koca dalgalar gemiyi dövüyordu ve Romulus yüzüne vuran soğuk serpintilerden keyif alıyordu. Kolunda ormandan edindiği sihirli pelerin vardı, bunun işe yarayacağını, onu Kanyon’dan geçirebileceğini düşünüyordu. Onu giydiği zaman görünmez olduğunu, kalkandan geçerek Halka’ya tek başına gidebileceğini biliyordu. Görevi son derece gizli, kurnaz olmayı ve karşısındakini hazırlıksız yakalamasını gerektiriyordu. Adamları elbette onu takip edemezdi ama hiç birine ihtiyacı yoktu. Bir kere içeri girdi mi Andronicus’un adamlarını, İmparatorluk adamlarını bulacak ve davası için onları bir araya toplayacaktı. Onları bölerek kendi ordusunu , kendi iç savaşını yaratacaktı. Ne de olsa İmparatorluk askerleri Andronicus’u sevdikleri kadar Romulus’u da seviyorlardı. Andronicus’un adamlarını ona karşı kullanacaktı.
Sonrasında MacGil’i bulup pelerinin emrettiği gibi onu Kanyon’a getirecekti ve eğer efsane doğruysa Kalkan yok olacaktı. Kalkan indiğinde tüm adamlarını çağıracak, donanması içeri doluşunca da Halka’yı sonsuza dek ezeceklerdi. Ardından nihayet Romulus tüm evrenin tek hakimi olacaktı.
Derin bir nefes aldı. Şimdiden bunun tadını alıyordu. Tüm hayatı boyunca bu an için savaşmıştı.
Romulus kan kırmızısı gökyüzüne baktı, ufukta devasa bir top gibi görünen ikinci güneş batıyor ve günün bu saatinde uçuk mavi bir renkle parlıyordu. Bu, Romulus’un tanrılara dua ettiği