Caitlin düz taş zemini incelerken pencereden yalnızca birkaç santim ötede, insan dizi şeklinde belli belirsiz iki iz gördü. Kim bilir kaç tane rahip orada diz çökmüş ve dua et- miştir diye düşünerek hayret etti. Bu oda muhtemelen yüz- lerce yıldır kullanılıyordu.
Caitlin ufak yatağa gidip uzandı. Yatak denilen şey üs- tünde incecik bir hasır bulunan taş bir levhaydı. Bir tarafı- na uzanarak rahat etmeye çalıştı ve o sırada bir şey hissetti. Uzanıp o şeyi çıkardı ve ne olduğunu görünce keyfi yerine geldi: Bu, onun defteriydi. Ona tekrar kavuşmaktan duydu- ğu sevinçle defterini yukarı kaldırdı. Zamanda geriye doğru yaptığı yolculuktan hayatta kalan tek şey bu kadirşinas eski dostuydu. Bu temas edilebilir gerçek şeyi elleriyle tuttuğun- da tüm bunların bir rüya olmadığını anladı. Gerçekten bu- radaydı. Olan her şey gerçekten olmuştu. Sayfaların arasın- dan modern zaman işi bir kalem kaydı ve dizlerine düştü. Caitlin onu kaldırıp inceledi ve düşündü.
Evet, kararını vermişti. Yapması gereken şey tam da buy- du. Yazmalıydı. Kafasındakileri dökmeliydi. Her şey o kadar hızlı olup bitivermişti ki nefes alacak zaman bulamamıştı neredeyse. Bunları kafasında tekrar oynatmaya, tekrardan düşünmeye, hatırlamaya ihtiyacı vardı. Nasıl olmuştu da buraya gelmişti? Neler olmuştu? Nereye gitmekteydi?
Cevapları kendisinin bildiğinden bile emin olamıyordu. Ancak yazmaya kalkışırsa hatırlayabileceği umudu vardı içinde.
Caitlin dolu sayfaları çevire çevire sonunda boş bir sayfa buldu. Oturur pozisyona geçip sırtını duvara yasladı, dizle- rini göğsüne çekti ve yazmaya başladı.
Nasıl oldu da buraya geldim, Assisi, İtalya, 1790? Bir ta- raftan, 21. yüzyılda New York’ta normal bir ergen hayatı yaşa- dığım dönemler çok uzak değilmiş gibi gözüküyor, diğer taraf- tansa sanki asırlar önceymiş gibi geliyor… Acaba her şey nasıl başladı?
İlk hatırladığım şey, açlık sancıları… Onların ne olduklarını anlayamamam… Jonah… Carnegie Hall… İlk kez beslenişim… İzah edilemez bir şekilde vampire dönüşmem… Bana melez di- yorlardı. Ölmek istiyormuş gibi hissediyordum. Tek istediğim diğer herkes gibi olmaktı.
Sonra Caleb çıktı ortaya. Beni o şeytani meclisten kurtar- dı. Onun meclisi Cloisters’daydı. Beni kovdular çünkü in- sanlarla vampirlerin ilişki kurmaları yasakmış. Yine kendi başımaydım; yani, ta ki Caleb beni tekrardan kurtarıncaya kadar.
Babamı ve insan soyunu vampirler arası bir savaştan kur- taracak mitolojik kılıcı arayışım Caleb ile beni bir tarihî mekândan diğerine, oradan oraya sürükledi. Kılıcı bulduk ama onu elimizden aldılar. Her zaman olduğu gibi işleri ber- bat etmek için Kyle dört göz bekliyordu.
İşler düşündüğüm gibi gitmedi. Caleb’i, eski karısı Sera ile gördüm ve aklımdan olabilecek en kötü şey geçti. Hatalıydım ancak artık çok geçti. O benden çok uzakta tehlikenin ortasına atıldı. Bense Pollepel Adası’nda iyileştim, eğitim gördüm, daha önce hiç olmadığı kadar yakın -vampir- arkadaşlar edindim. Özellikle de Polly. Ve Blake… Gizemli… Yakışıklı… Neredey- se kalbimi çalıyordu. Fakat tam zamanında kendime geldim. Hamile kaldığımı ve Caleb’i bulup onu vampir savaşından kurtarmam gerektiğini öğrendim.
Caleb’i kurtarmaya gittim ama çok geç kalmıştım. Öz kar- deşim Sam bizi kandırdı. Bana ihanet etti, onu başka birisi olarak görmemi sağladı. Onun yüzünden Caleb’in gerçekten Caleb olmadığını düşünüp onu, biricik aşkımı öldürdüm. Kılıçla, kendi ellerimle. Hâlâ kendimi affedemiyorum. Ama sonra Caleb’i Pollepel’e götürdüm. Onu canlandırmamın bir yolu olabileceğini düşündüm. Aiden’a her şeyi yapacağımı, ne isterse feda edebileceğimi söyledim. Ondan bizi zamanda geri yollamasını istedim.
Aiden beni bunun işe yaramayabileceği konusunda uyardı. İşe yarasa bile tekrardan birlikte olamayabilirmişiz. Ancak ben ısrar ettim. Israr etmek zorundaydım.
Şimdi, işte buradayım; tek başıma, yabancı bir zaman ve mekânda, çocuğum yitmişken, hatta belki Caleb bile gitmiş- ken. Geri gelmekle hata mı ettim?
Babamı ve zırhı bulmak zorunda olduğumu biliyorum. Fa- kat yanımda Caleb olmadan, devam etme gücü bulup bulama- yacağımı bilmiyorum.
Kafam o kadar karışık ki bir sonraki adımda ne yapacağımı bilmiyorum.
Lütfen, Tanrım, bana yardım et…
Güneş ufukta kocaman bir gülle gibi doğarken Caitlin New York sokaklarında koşturuyordu. Kıyamet gelmişti. Arabalar ters dönmüştü, cansız bedenler yerde yatıyordu ve her yerde yıkım vardı. Hiç sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bulvarlar boyunca Caitlin koştu.
O koştukça sanki dünya yörüngesi etrafında dönüyor, dün- ya döndükçe sanki binalar kayboluveriyordu. Manzara değiş- ti; bulvarlar çamurlu yollara, beton bloklar da inişli çıkışlı tepelere dönüştü. Kendini zamanda geriye doğru, modern çağ- dan başka bir yüzyıla gidiyormuş gibi hissetti. Ona öyle geli- yordu ki sanki daha hızlı koşsa babasını ufukta bir yerlerde bulabilecekti.
Ufak kır köylerinden geçti ve sonra bunlar da yok olup gitti. Çok geçmeden geri kalan tek şey beyaz çiçeklerle dolu bir alan- dı. Onların arasında koşarken babasının ufukta onu bekliyor olduğunu görünce keyfi yerine geldi. Bu onun babasıydı.
Her zaman olduğu gibi güneş siluetinin arkasından vuru- yordu, fakat bu sefer alışılmadık ölçüde yakınmış gibi geliyor- du. Bu defa Caitlin onun yüzünü, suratındaki ifadeleri gö- rebiliyordu. Gülümsüyor, onun gelmesini bekliyor ve kollarını açmış duruyordu. Caitlin ona yetişti. Onu kucakladı ve kaslı göğsüne tutunarak sıkıca sarıldı.
“Caitlin” dedi sevgi dolu bir sesle, “Ne kadar yakın olduğu- nun farkında mısın? Seni ne kadar sevdiğimi biliyor musun?”
Daha cevap vermesine kalmadan yan tarafta bir şey fark etti ve dönüp bakınca gördü ki arazinin öte yanında duran kişi Caleb’di. Ona doğru elini uzatmıştı.
Ona doğru birkaç adım attı, sonra durup babasına baktı. O da ona doğru elini uzatmıştı. “Beni Floransa’da bul” dedi babası.
Sonra Caleb’e döndü. “Beni Venedik’te bul” dedi Caleb.
Caitlin nereye gideceğini bilemez halde, bir ona bir diğerine çevirdi kafasını.
Caitlin sarsılarak uyandı ve yatağında doğrulup oturdu. Gözlerini kafası karışmış bir şekilde ufacık odanın içinde gezdirdi. Sonunda bunun bir rüya olduğunun farkına vardı.
Güneş doğarken pencereye gitti ve dışarı baktı. Sabahın erken saatlerinin ışığında Assisi öyle güzel, öyle dingin gö- züküyordu ki! Daha kimse dışarı çıkmamıştı