Olaf sakinleşti.
“Geçen akşam,” dedi Sigurd, “bana Kral Triggvi Olafson’un oğlu olduğunu söylediğinde dediklerine kolayca inanamadım. Ama annenin adını ve Olfrestead’den, Norveç’in Uplands’inden olduğunu söylediğinde bana doğruyu söylediğini anladım. Gözlerine baktığımda orada Kraliçe Astrid’in kuzeydeki en açık renkli gözlerini gördüm. Sen konuşurken Kraliçe Astrid’in sesinin müziğini duyduğumu sandım…”
“Annemle tanışıyor olabilir misin?” diye bağırdı Olaf sabırsızlıkla. “Beni yaşadığı yere götürebilir misin?”
“Onu tanıyorum,” diye yanıtladı Sigurd. “Ama heyhat! Onu göreli, ondan herhangi bir haber alalı ne yazlar geçti. Ta ki sen bana Norveç’e kaçtığını söyleyene kadar. Söylesene, annenin Gardarike’de yardımını beklediği kişinin adı neydi?”
“Erkek kardeşinin adı,” dedi Olaf, “Sigurd Erikson.”
“O kardeş benim,” diyerek gülümsedi Sigurd ve oğlanı elinden tuttu. “Ve dayın olarak seni Holmgard’a götüreceğim.” Olaf’ı kendine yaklaştırarak kolunu boynuna doladı. “Biricik üvey oğlum olarak benimle yaşayacaksın,” diye ekledi. “Sana göz kulak olup bir kralın oğlunun bilmesi gereken her şeyi öğreteceğim, böylece vakti geldiğinde babanın topraklarında hak iddia etmeye hazır olacaksın. Fakat Norveç’te öldüğünü görmek isteyecek çok fazla insan olduğundan bunu yapmak büyük risk. Eğer Gunnhild’in oğulları Holmgard’da yaşadığını öğrenirlerse sonunu getirecek adamlara büyük ödüller vaat ederler. Bu sebeple Triggvi Olafson’la akrabalığınla ilgili tek söz etmezsen iyi olur. Ayrıca üvey kardeşin Thorgils de dahil hiç kimseye dayın olduğumu ya da adını ve soyunu bildiğimi söylememelisin, zira Gardarike’de Kral Valdemar’ın onayı olmadan hiçbir kral soyunun dokunulmaz kalmayacağına dair bir yasa var. O yasayı çiğnediğim anlaşılırsa ikimizin başı da en büyük belaya girer.”
Bunları duyduğuna şaşıran ve gizli düşmanı ilan ettiği adamın öz dayısı olduğunu öğrenen Olaf konuşamadı. Sessizce elini Sigurd’un büyük avucuna koydu ve kendisini Thorgils’le Egbert’in derin uykuda olduğu yere geri götürmesine izin verdi.
III
GERDA’NIN KEHANETİ
Olaf ertesi gün uyandığında Sigurd Erikson’la akrabalığına ilişkin hiçbir şey söylemedi ve Thorgils onun aksi ve sessiz olduğunu fark etse bile bunu oğlanın o çok sevdiği denizden uzak kaldığı için acı çekmesine yordu. Ve Olaf hâlâ tuhaf bir şekilde kaçış planı yapma konusunda isteksizdi. Hem Thorgils hem de Egbert kaçmaktan bahsetmeye devam etti ancak Olaf her zaman daha da ertelemek için bir bahane bulup sadece başını sallayarak planın kötü olduğunu söyledi. Güneye yolculuklarının ikinci akşamında molayı büyük bir gölün kıyılarında verdiler. Thorgils buranın denizin bir parçası olduğunu söyledi ve iki yoldaşına gecenin karanlığında sıvışmayı, bir balıkçı teknesi bulup onunla kaçmayı önerdi. Ama Olaf hızlıca görünürde tekne olmadığını ve atlarla köpekler içtiğinden suyun büyük denizin tuzlu suyu olduğunu düşünmediğini belirtti. Bu uzun, yorucu seyahatin her günü Thorgils yeni bir plan yaptı. Fakat Olaf inatçıydı. Böylece onun esir kalmayı tercih ettiğini gören iki büyük oğlan onun isteklerine cevap vererek sabırla bekleyip efendilerinin dilediği yere gitmeyi kabul etti.
Götürüldükleri ülkeye eskiden Gardarike denirdi. Estonya’nın güneydoğusunda kalıyordu ve Rusya İmparatorluğu olarak bilinen yerin bir parçasıydı. Pek çok kuzeyli orada yaşardı ve Kral Valdemar da Baltık Denizi’nin doğusundaki toprakları fethedip oralara yerleşkeler kuran büyük İsveç Vikingi Rurik’in oğluydu. Valdemar hükümdarlığını modern Novgorod olarak bilinen Holmgrad’da kurmuştu. Son derece bilgin ve güçlü bir yöneticiydi ve tebaası pek çok yararlı zanaatla uğraşan ve büyük şehir Mikligard’la ticaret yapan refah içinde ve huzurlu insanlardı. İnsanları hâlâ pagandı; Hıristiyanlık henüz fazla yayılmadığı ve anlaşılmadığı için Odin’e, Thor’a ve İskandinavların küçük tanrılarına tapıyorlardı.
Valdemar’ın yüksek idarecisi olan Sigurd Erikson büyük bir saygınlık ve pek çok hizmetliyle beraber kralın sarayında yaşıyordu. O yüzden hediye olarak getirdiği hazinelerin karşılığında Olaf Triggvison’u hizmetine aldı. Ancak Thorgils’le Egbert hâlâ köleydi ve kralın ahırlarında zor şartlarda çalışmaya verildiler.
İdareci Olaf’a çok iyi davranıyordu ve çok geçmeden onu kendi oğlu gibi görmeye, koruyup kollamaya, ne zaman bir araya gelseler onunla konuşmaya başladı ancak asla oğlanın, yolculuktan kralın mülküne getirdiği diğer şeylerden farkı olduğunu ele vermiyordu. Olaf da üvey kardeşine dahi yeni efendileriyle yakın akrabalığından bahsetmiyordu. Gerçi Kraliçe Astrid’in kardeşinin adını unutmayan Thorgils, Olaf’ın sırrını keşfetmiş olabilirdi. Ama kralın idarecisine Ofresteadli Erik değil de yalnızca Hersir Sigurd unvanıyla seslenildiğinden tesadüf olduğunu düşünmesi de mümkündü.
Olaf aylar boyunca ufak görevlerini uysalca yerine getirmişti ve hâlâ zorlu işlerin izlerini taşıdığından hiç kimse ona dikkat etmemişti. Sigurd sırrının güvende olmasına ve Valdemar’ın idarecisinin yasaları çiğnediğini asla öğrenmemesine memnundu. Ancak çok geçmeden oğlanın açık renkli saçları uzadı ve parlaklaştı, elleri sertliğini kaybetti ve iyice güzelleşen yüzüyle uzuvları insanları cezbetmeye başladı. Bu yüzden Sigurd, kraldan doğma bir genci kasten bu topraklara getirdiğinin öğrenilmesinin cezasını bildiğinden korkmaya başladı.
Kraliçe Allogia genç Olaf’ı fark edince tehlike giderek büyüdü; kraliçe bir tür kâhindi ve geleceği önceden görebiliyordu, oğlanın güzelliğinden hemen soylu bir aileden geldiğini anladı. Geçmişini öğrenme konusunda kararlıydı, böylece saraydaki pek çok kişiye onun nereden geldiğini sordu, annesiyle babasının ismini bulmalarını istedi. Ama hiç kimse bilmiyordu.
Allogia henüz yirmi iki yaşındaydı ve oldukça kadınsıydı, kral Sigurd’un kalbini kazanacağı korkusuyla bu yakışıklı idareciyle görülmesini hoş karşılamıyordu. Ancak erken kış günlerinden birinde Kraliçe, büyük salonlardan birinde Sigurd’la karşılaştı; adam Olaf’la baş başaydı ve oğlana kralın tahtının arkasındaki kara meşeye kazılı rünleri okumayı öğretiyordu.
Kraliçe içeri girerken Olaf geride durdu ama gözlerini üzerinden ayırmadı. Kadın dantellerle süslenmiş mavi, yünlü bir gömlek giymişti, altında kırmızı elbisesiyle gümüş kemeri vardı. Başının üzerinde şerit altın duruyordu ve kahverengi saçları iki yanından beline uzanıyordu. İdareciye yaklaştı ve salondan çıkarken ona şöyle dedi:
“Yalvarırım dersinize devam edin, hersir.”
“Affedersiniz hanımefendi,” dedi Sigurd. “Gence Kral Rurik’in rününü öğretiyordum, devam etmem şart değil.”
“Bir köle çocuğun rün öğrendiğini pek sık görmüyorum,” dedi Allogia, “böyle bir bilgi yalnızca yüksek mevkidekiler içindir.” Durup hızla ateşin başında ayağa kalkan büyük köpeğin başını okşayan Olaf’a baktı. “Ve yine de,” diye ekledi Kraliçe düşünceli bir halde, “senin deyiminle bu Ole denen oğlanın kanında köylülük olmadığını görüyorum. Soluk teni kral soylarından gelme. Soyu ne, Hersir Sigurd? Ona bunca iyilik yapmış, güzel kıyafetlerle donatmışsın, hatta rünleri okumayı öğretiyorsun, demek ki soylu doğduğunu biliyorsun. Kim bu?”
Bizzat Kraliçe’den gelen bu soruya itaatsizlik etmeye cüret etmek Sigurd’un kaşlarının çatılmasına neden oldu. Fakat Allogia adamın kafa karışıklığını