“Mükemmel değil,” diye içini çekti babam. “Henüz değil.”
On beş yıl sonra, yine başka bir resmin önünde oturmuştum – bu seferki benim resmimdi – sessizce “Mükemmel değil,” diye tekrarlıyordum. Henüz değil.
“Rafa.”
Sohbet ederken aynı anda sekiz şeyi yapabilen insanlardan mısınız? Resim yapmak, yemek yemek, topuğunuzla böcek ezmek? Hiç Leonardo da Vinci’nin bir eliyle resim yapıp diğer eliyle lavta çalarken dans edip fıkra anlattığını gördünüz mü? Ben hokkabaz değilim. Bir şeye odaklanırsam, sadece ona odaklanırım. Dünyanın geri kalanı gözden kaybolur. Eskiden herkesin benimle aynı olduğunu düşünürdüm ama şimdi öyle olmadığını biliyorum. Bazen keşke hepimiz aynı şekilde çalışsak da kendimizi birbirimize anlatmak zorunda kalmasak diyorum. Hepimiz aynı davransaydık, aynı düşünseydik, aynı olsaydık, o zaman hayat daha basit olurdu. Olması gerektiği gibi; haksız mıyım?
“Rafa!”
Sinirli görüntüsüyle kapının eşiğinde dikilen Tessa’ya döndüm. Bu kadın, Urbino’daki dükün evinden benimle birlikte ayrılarak Castello’daki evimi çekip çevirmeye gelen bir hizmetçiydi. “Bu akşam şiir dinleyeceksin, mia cara,15 ama şimdi…” dedim. Resmime geri döndüm, kollarımı sıvadım, bileğimi döndürdüm – uno, due, tre…
“Bugün beni kiliseye götüreceğini söylemiştin,” derken sesi, soru sorar gibi yükseldi.
Boş boş baktım. Sonra, ah! Tepsimi devirdim. “Yüce Persefoni!”16 Tepsiyi bile sabit tutamazken nasıl en büyük ressam olacaktım? Fırçalarımı almak için uğraştım ve en kısadan en uzuna doğru yeniden sıraya dizmeye başladım.
“Rafa, per favore amore,17 gergin olduğunu biliyorum…”
“Gergin değilim.”
Sì certo gergindim. Yirmi bir yaşındaydım ve yıllarca tekrar tekrar Meryem Ana resimleri yaptıktan sonra nihayet dikkatleri üzerine çeken bir resim ortaya çıkarmıştım. Ve bugün eski öğretmenim Perugino o eseri görmeye gelecekti. Bugün öğrenecektim: Sonunda bana maestro diye hitap edecek miydi? Yoksa etmeyecek miydi? Fırçaları düzgünce tepsiye geri yerleştirdim. İlk fırçayı düzelttim, sonra bir tane daha ve bir tane daha…
Tessa içini çekti. “Rafa, bugün daha önemli…”
Son iki fırçayı düzeltip aynanın karşısına geçerken “Bugünün ne kadar önemli olduğunu biliyorum,” dedim. Saçlarımı iki kulağımın arkasına sıkıştırdım, parmaklarımı kaşlarımda gezdirdim, burnumda ve ağzımda yemek artığı var mı diye kontrol ettim. Evet, insanlar beni yakışıklı buluyor (yüksek alın, oval gözler, güçlü çene, tüm o geleneksel görünüm) ama – annemin her zaman dediği gibi – temizlik olmazsa yakışıklılık boşa gider.
Città di Castello kasabası, Urbino ile aynı tepelere, aynı iklime, aynı aksanlara, aynı renklere sahipti. Bana evimi hatırlatan bir yerde yaşamak genellikle rahatlık verirdi ama o gün endişemi gidermeye yetmiyordu. Tessa’yla beraber kasabayı geçerken her adımımı saydım – uno, due, tre, quattro, uno, due, tre, quattro – ama San Francesco kilisesine vardığımızda, daha üçe kadar bile sayamadan en üstteki merdivene vardım. Başka bir adım için yeteri kadar yer yoktu. Ufacık bir tane için bile. Bu kadar önemli bir günde, talihsiz bir sayı olan üçüncü adımda içeri girmeyi ister miydiniz? “Bekle,” dedim ve dönüp kapıdan uzaklaştım.
Tessa içini çekti, “Rafa…”
“Yediler, dörtlerden daha şanslıdır.” Tekrar girişe doğru yürüdüm. “Uno, due, tre, quattro, cinque, sei, sette.”18 Son adımda tekrar Tessa’nın yanına ulaştım. Elini tuttum. “Andiamo.”
Eski San Francesco kilisesinin içinde sabah ışığı sıcak ve parlaktı. İleride, sağda, süslü bir şapelin etrafında toplanmış bir grup adam vardı. Kalbimin güm güm atışını boğazımda hissediyordum. Hocam Perugino da aralarında mıydı acaba?
Nefte hızla ilerlemeye başladığımda Tessa, “Tanrı aşkına, Rafa,” dedi uyaran bir sesle.
Görev bilinciyle geri çekildim, parmağımı kutsal suya daldırdım, istavroz çıkardım, diz çöktüm ve sonrasında da koridorda hızla ilerlemek için ayağa kalktım.
“Yavaş ol.” Tessa, bir tören edasıyla uzun uzun kendisini kutsadı.
“Per favore.” Sesimdeki yakarış tonu sonunda onu harekete geçirdi. Elimi tuttu ve onu kiliseye götürmeme izin verdi.
Altarın etrafında toplanmış bir grup adama yaklaştığımızda kıkırdadı. Onu susturdum. “Rafa, müsaade et de heyecanlanayım,” dedi ama ben dinlemiyordum.
Yüzleri tarıyordum. Orada mıydı? Orada mı? Hayır, hayır, nerede… Sonunda bir adam döndü. Al yanaklarını, dalgalı kahverengi saçlarını ve çok iyi tanıdığım bir yüzün kararlı kaşlarını gördüm: Pietro Perugino. Gelmişti. Onu son gördüğümden beri boyum uzamış ve omuzlarım genişlemişti ama “Urbinolu Raffaello Sanzio,” dediğinde hâlâ bir çocuk gibi hissediyordum.
“Maestro Perugino.” Tessa’nın elini bırakıp eğildim. “Elde ettiğim başarıların hepsi senin sayendedir.” Yavaşça nefes aldım. Beni över miydi yoksa huzurundan kovar mıydı? Bana usta diyecek miydi? Mesih’in anahtarları Aziz Petrus’a vermesi gibi, bana atölyesinin anahtarlarını verir miydi?
Perugino hükmünü vermeden önce iki hanım öne çıktı. Gözleri donmuş bir göl renginde olanla zaten tanışmıştım – tamam, tanışmaktan daha fazlası söz konusuydu. Eğilerek selam verdi ve “Sinyor Raffaello Sanzio, kız kardeşimi takdim edebilir miyim?” dedi.
Diğeri bana bir parça kâğıt uzattı. “Per favore, bir çizim alabilir miyim?”
Perugino’ya özür dilercesine omuz silktim, öte yandan böyle bir talebe tanık olmak zorunda kaldığı için pek de üzülmemiştim aslında. Cebimden bir parça tebeşir çıkardım ve kâğıdı tutan hanımefendiye, “İşte bana hükmedecek, benden daha güçlü bir ilah,” dedim. (Bir Dante alıntısı her zaman, her duruma uygun düşer, sizce de öyle değil mi?) Gözlerimi hanımefendinin yüzünden ayırmadan – çizmek için elime bakmaya çok uzun zamandır, herhalde on yaşımdan beri ihtiyaç duymuyordum – onu çabucak çizdim. “Gözün köşesinin buradaki kıvrımı epey güzel,” dedim tebeşirimle yüzünü işaret ederek. “Bir sonraki Meryem Ana resmime yakından bakın, yüz hatlarında kendinizden bir dokunuş bulabilirsiniz.”
“Ya…” Genç kadın bir zakkum çiçeği gibi pespembe oldu. Resmi aldı ve ikisi de arkadaşlarının yanına koştular.
Gülümseyerek Perugino’ya döndüm, nefes alıp verirken şişkin burnu genişliyordu.