Ela, “Sakin ol!” diye fısıldadı. “Onlar kapıyı tıklatmazlar.”
Yerinden sessizce kalkıp Yeni Dünyanın Muhafızları’nı ocağın içine sakladı. Kapının ardına geçip neredeyse nefes almadan beklemeye başladı.
Atlas kapıya yeniden hafifçe vurdu. “Denizden gelen şey için buradayım.”
Ela ateş saçan gözlerini kardeşine çevirdi. Belli ki çenesini tutamamıştı. Siro kollarıyla bacaklarını sarmış, başını dizlerine dayamış oturuyordu. Bu hâliyle büyük bir topu andırıyordu.
Ela kapıyı açmadan, “Kimsin?” diye sordu.
“Adım Atlas, kardeşlerim kardeşinle birlikte tarlada çalışıyorlar.”
Ela kapıyı aralayıp Atlas’ı görünce hafifçe kaşlarını çattı. Yüzü tanıdıktı, hem onu evin yakınında dolanırken görmemiş miydi? İçeri girmesini işaret etti. Siro hâlâ başını kaldırmaya çekinerek oturuyordu.
Atlas, kızın bir şey söylemesine fırsat vermeden, “O kâğıtlardan ben de buldum.” dedi.
Siro bu haber karşısında, “Kitap mı buldun?” diye atıldı.
Atlas ceketinin içine sakladığı Kayıp Ada’yı çıkarttı. “Adını bilmiyorum.”
Ela engel olamadığı bir heyecanla elini uzatıp kahverengi cilde dokundu. “Resmi dışında, aynısı.”
Siro cesaretini iyice toplayıp yanlarına yaklaştı. Atlas’a, “Kitap dendiğini ablam anladı.” diye açıkladı.
Ela, kardeşinin yaranmaya çalıştığını düşündü. Yaptığı affedilir gibi değildi. “İçinde yazıyordu.” diye ağzında geveledi.
Atlas hafifçe gülümsedi.
Ela ocağa gidip sakladığı kitabı geri çıkarttı. Önemli bir sırrı paylaşmanın verdiği tedirginlikle ve aynı zamanda güvenle birbirlerine baktılar.
Tilyum lambasının soluk ışığında kâğıtları çevirdiler. İlk başlardaki satırlardan birkaçını karşılaştırdılar; içlerinde yazanlar da birbirinden farklıydı.
Atlas, kitapları karşılaştırmaktan vazgeçip bir yer seçti ve okumaya koyuldu. Mürettebatı bir grup çocuk olan yelkenlide yaşananlar anlatılıyordu. Daha önce okuduklarından birini seçmişti. Böylelikle defalarca duraklamadan ilerleyebilecekti.
“Yelkenliyle yola çıktıktan kısa bir süre sonra, rüzgâr ummadıkları kadar kuvvetlendi, kıyı görünmez oldu. Çok geçmeden fırtınayla ve korkunç dalgalarla boğuşmaya başladılar. Ne yöne savrulduklarını kestiremiyorlardı. Ellerindeki pusula bile yönünü şaşırmış gibi çılgınca dönüyordu. Sonunda, kendilerini denizin insafına bıraktılar. Tehlikelerle dolu bir yolculuğun ve yirmi bir gün batımının sonunda, bir kara parçasının açıklarındaydılar. Yelkenlileri hasar görmüştü. Aslında hayatta kalmayı başarmaları bile mucizeydi. Yelkenliyi onarana dek adaya çıkıp orada yaşayacaklardı. Başka seçenekleri yoktu.”
Siro sabırsızca atıldı. “Onarabildiler mi?” Ablası okurken de aynısını yapıyordu. Ya anlamadığı yerleri soruyor ya da sonra neler olduğunu hemen öğrenmek istiyordu.
Atlas, Siro’ya anlayışla bakıp okumaya devam etti.
“Bir yandan adadaki yaşama uyum sağlamaya, diğer yandan onarım için malzeme bulmaya çalıştılar. Bir süre sonra adanın sandıkları gibi ıssız olmadığını anladılar; orada başka biri daha yaşıyordu. Bir adam… Ve adaya düşen çocukların geleceğini değiştirecek büyük bir sır saklıyordu.”
Siro, “Ne sırrı?” diye araya girdi. Kendisi sır saklamak konusunda beceriksizdi. Atlas’ın da sırrın ne olduğunu hemen söyleyeceğini umdu ama Atlas bilmediğini göstermek için başını salladı. O ana dek okuduğu yerlerde yazmıyordu.
Atlas, cildi kapattığında Siro kapağın üstüne parmağını bastırdı. “İçinde yazan bu mu?” diye sordu. Yelkenliyi kastediyordu. Altın yaldızlı resim, lambanın solgun ışında hafifçe parıldıyordu.
Atlas onaylarcasına başını salladı.
Ela, Atlas okurken kimi kelimeleri dudaklarını kımıldatarak tekrar etmişti.
“Daha önce duymadığım ne çok kelime var.”
Atlas, “Benim de…” diye itiraf etti.
“Sence başka var mı yoksa sadece bu ikisi mi?”
Atlas da, Ela gibi kim bilir kaç kez aynı soruyu kendine sormuştu. “Umarım vardır.” Ardından, “Artık gideyim.” diye ekledi. “Gelecek defa da onu okuruz.” Ela’nın kucağında duran kitabı işaret etti.
Ancak gelecek defanın ne zaman olacağını bilmiyorlardı.
E48, Atlas o ilk soruyu sorduğundan beri çocuğu izliyordu. Farklı olduğunu ve kontrol altında tutulması gerektiğini hemen anlamıştı. Ancak düşüncesini diğer antropoitlere söylememişti. Hiçbirinin bu durumdan yararlanıp takdir görmesine izin veremezdi. Çocuğu sessizce izlemeyi uygun bulmuştu. Büyüdüğünü, tembihlerini dinleyip soru sormaktan vazgeçtiğini görmüştü. Ne antropoitlerle ne de insanlarla mecbur kalmadıkça konuşmadığı için artık tehlikeli de değildi.
Ancak son günlerde onda bir tedirginlik fark etmişti; denizden gelen o nesneyi bulduğundan beri. O eve gitmesinin nedeni de buydu. Şimdi artık üç çocuğu da gizlice gözlem altında tutarak bekleyecekti. Zamanı geldiğinde ise harekete geçecekti.
E48 kafasında bunları planlarken bir yandan da Atlas çıkana dek evin kapısından gözünü ayırmadı. O gece, ne Atlas’ın evinin çevresinde ne de buğday tarlalarının sınırında devriye gezen muhbir vardı. Hepsini engellemişti. Aslında bu davranışıyla kendini tehlikeye attığının farkındaydı. Kontrol görevlisi değil, Disiplin’deki eğitmenlerden biriydi. Onun işi eğitmekti, devriye gezmek değil. Ama tehlikeyi umursamıyordu, çünkü sonunda karşılığını alacaktı. Kendisi için talep edeceği tek şey ise numarasından kurtulmak olacaktı. Gerçek bir adla çağrılmak istiyordu ve adını seçmişti.
Atlas, tarlaları geride bırakırken adaya düşen çocuklarla ortak bir yanı olduğunu fark etti. Atlas’ın da hayatı değişiyordu. Kendisini nasıl günlerin beklediğini bilmiyordu. Ama artık hiçbir şey gözüne eskisi gibi görünmüyordu. Aklına takılan sorular yeni soruları beraberinde getiriyordu. Başka kitaplar var mıydı? Varsa onları kim bulmuştu? Yoksa sadece iki tane miydi? Tüm Birim’de sadece iki tane! Ya kitapları denize kim bırakmıştı?
Kıyısında öğle paydosunu geçirdiği maviliğe artık farklı gözle bakıyordu. Yelkenlerinin rüzgârla şiştiği bir teknede olduğunu hayal etti. Aynı Kayıp Ada’da yazdığı gibi… Elindeki kitap, ne muhbirlerin üretildiği fabrikalardan